title
stringlengths 4
27
| rating
float64 0
4.5
⌀ | vote_count
float64 0
66
⌀ | text
stringlengths 378
19.7k
|
---|---|---|---|
BİLGE İLE KÖPEK | 3.8 | 66 | Bir bilge, bir göletin* başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğim şu oldu,der.-Bir insanın istekleri ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için…
Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır… |
BİR BARDAK SÜT | 4.2 | 20 | Howard ,yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu.O gün hiçbir şey satamamıştı, karnı da çok açtı.Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek bir şeyler istemeye karar verdi.Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.Yiyecek bir şeyler yerine : Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim? diyebildi yalnızca.Genç bayan çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona.Çocuk sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "çok teşekkür ederim ,borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana.
Genç bayan: Borcunuz yok diyerek yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti:Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklememizi öğretti bize. dedi.Çocuk: O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size. dedi. Howart Kelly evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil , ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı.Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca hastalığıyla ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük bir kente gönderdiler. Dr.Kelly kosültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı.
Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı.Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne bir şeyler yazarak zarfın içine koyup hasta bayanın odasına gönderdi.Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline.Açmaya korkuyordu.Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti.Kağıtta şunlar yazılıydı: Hastahane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir. |
Bir Öğretmenlik Hatırası | 3.6 | 10 | Okul müdürümüz, öğretmenler günü münasebetiyle bir konuşma yapmamı rica etti. Oldum olası bu tür konuşmalardan sıkılırım. Hele bunları yazıya dökmek, konuşmaktan daha ağır gelir bana. Verilen vazifenin mesuliyeti ile zihnimi yoklamaya, ilk öğretmenlik yıllarımı hayal etmeye başladım. Başımdan bir sürü hâdise geçmişti. Bunlardan hangileri arkadaşlarımızın daha çok hoşuna gider, onlar üzerinde bir tesir meydana getirir diye, yaşadığım hâdiseleri hayal süzgecimde elemeye başladım. Bunları düşünürken yılların ne kadar çabuk geçtiğinin bir kere daha farkına vardım. Sonunda bir talebemle alâkalı hatıramı anlatmaya karar verdim.
Öğretmenliğe bir üniversite hazırlık dershanesinde başlamıştım. Girdiğimiz ders saatlerine ilâve olarak dershane programı gereği etüt vb. faaliyetlerle bir hayli yoğunduk. Bütün bu yorgunlukların yanında talebelerin ümit dolu bakışları, etrafımızda soru sormak için pervane oluşları, açıklanan bir soru sonrası mutluluklarının yüzlerine yansıması, bizlere şevk ve heyecan veriyordu.
Talebelerin başarı durumlarını tartıştığımız öğretmenler toplantısında, danışmanı olduğum sınıftan bir talebenin davranışları birkaç toplantıdır gündeme geliyordu. Birçok arkadaş, bu talebenin uyumsuzluğu, derslere yeteri kadar çalışmaması ve arkadaşlarına kötü örnek olması sebebiyle dershaneden atılması gerektiğini düşünüyordu. Arkadaşlarımızın haklı gerekçeleri vardı. Konuşmalar sonrası bütün bakışlar bana yöneldi. Son söz söylenmeden, benden de bir fikir bekleniyordu. Söz konusu talebeyle geçen sürede arzu ettiğim samimiyeti tesis edememiştim. Şikâyetlerle alâkalı olarak talebeyle birkaç defa konuşmuştum; ama ona pek tesir edememiştim. Dolayısıyla kendimi suçlu hissediyordum. Ayrıca sınıfımdan birinin bu durumda olması nefsime de ağır geliyordu. Arkadaşlarıma şikâyetlerinde haklı olduklarını, fakat talebenin atılması kararını vermeden ona son bir şans daha verilmesini rica ettim. Arkadaşlar talebeye bir şans daha vermeyi kararlaştırdılar.
Sabahleyin talebeyi yanıma çağırdım. Talebemin anne-babası yurt dışında çalışıyordu. Ailesi, talebemi yurt dışında ahlakı bozulur diye, ilkokuldan itibaren dedesinin yanına göndermişti. Talebem ve ailesi sadece yaz tatillerinde beraber olabiliyorlardı. Talebem, anne-babasından ayrı kalma ve dedesinin hoşgörülü yaklaşması sebebiyle, biraz haylaz yetişmişti.
Odaya geldiğinde dağınık bir hâli vardı. Hâl hatır sorduktan sonra hemen konuya girdim. Bu sefer durumun ciddi ve dershaneden atılmasının söz konusu olduğunu söyledim. Ama benim ona inanıp, güvendiğimi belirttim. “Sen istersen başarırsın. Annen ve baban senden neler bekliyorlar kim bilir? Onlar gurbet ellerde çalışırken hep senin geleceğini düşünerek ümitle yaşıyorlar. Onların seni ne kadar sevdiğini, başarısız olunca ne kadar üzüleceklerini tahmin edebiliyor musun?” dedim.
- Bırak ya hocam, o kadar sevselerdi, beni küçük yaşlardan itibaren Türkiye’de bırakmazlardı!
- Olur mu öyle şey, anne ve babanın seni ne kadar sevdiğini asla tahmin edemezsin. Her anne ve baba çocukları için yaşar. Biraz gerçekçi düşün. Onlar seni özlemiyorlar mı sanıyorsun? Sen kendinle yaptığın savaşı kazanmaya bak. Ben senin başaracağına inanıyorum. Sen de inan olmaz mı? Bir dene en azından. Hatırım için dene olmaz mı? Ben sana inanıyorum, güveniyorum. Sen istersen başarırsın.
Konuşmamızın sonunda ikna olmuşa benziyordu. “Deneyeceğim hocam!” dedi. Aradan geçen zaman içinde gerçekten dediklerini yapmıştı. Kurallara uyan bir öğrenci oldu ve zaman içinde imtihanlarda aldığı puanlar da yükseldi. Sonunda Anadolu’da bir üniversitenin kamu yönetimi bölümünü kazandı. Götürdüm, okula kaydını yaptırdım. Hattâ parası çıkışmadı, harç parasını da ben verdim. Ertesi yıl başka bir şehirde çalışmaya başladım. İşlerimin yoğunluğundan dolayı o talebeyi bir daha ne arayabildim, ne de sorabildim.
Aradan yıllar geçti. O da birçok talebe gibi sonu tatlıya bağlanan hatıralar arasında kaybolup gitmişti, tâ ki bir gün cep telefonum çalana kadar.
Telefonun öbür tarafında kendini tanıtmaya çalışıyordu:
- Hocam nasılsınız, beni hatırladınız mı? Hani şu haylaz talebeniz Yasin. Hani bana güvenmiştiniz. İnanmıştınız ya, hani…
Elbette hatırlamıştım. Meğer bizim delikanlı memleketimdeki bir vakfının başkanı olmuş. Fakir gençlere burs buluyorlarmış. Çalışmaları esnasında karşılaştığı babamın soyadı dikkatini çekmiş. Ondan telefonumu alarak beni bulmuş. Öğretmenliğin herhâlde en mutlu hadisesi bir talebenizin sizi hatırlayıp vefa göstermesi olsa gerek. Hoşbeşten sonra konuşmamız devam etti:
- Hocam beni okula kaydettirirken ödediğiniz para vardı ya. Ben o borcumu ödemek istiyorum. Ama paranın değeri epey düştü, değerli bir metaa çevirmem lazım sanırım. Hocam isterseniz o paranızı bizim eğitim vakfına aktarayım mı ne dersiniz?
- Seni uyanık! Borcun falan yok! Öğrencilere iyi bak, o zaman borcunu ödemiş olursun.
İkimizi de tesiri altına alan derin bir mutluluk ve heyecanla telefon sohbeti sona erdi. Kaderin hoş bir cilvesi. Nereden nereye…! Memleketim dünün kabına sığmayan yaramaz delikanlısına emanet. Az bir itmeyle ivme kazanmış ve başarmıştı. İnanmak ve inandırmak yetmişti onun için. Sanırım bu hatıramı öğretmen arkadaşlarımla paylaşabilirdim. Şimdi öğretmenliğe olan inancım ve güvenim bir kez daha tazelenmişti. Bu moralle konuşmamı daha iyi hazırlayabilirdim. Kalemimi elime aldım, bu tatlı hatıranın verdiği şevkle başladığım yazıda önce, tarihteki bütün büyük kahramanların bir öğretmenin elinde yetiştiğini, öğretmenlerin kendi çağlarına damgasını vurduğunu, milletimizin öğretmenlerine vefalı davrandığını, öğretmenin bitmeyen bir tebeşir gibi gönüllere şekil verdiğini, mukaddes değerlerin emanetçisi olduğunu, cehalet karanlığına savaş açtığını, milletini yaşatma duygusu ve adanmışlık hissi ile donanmış olduklarını anlattım.
Gece yarısında seslerin yerini sükûta bıraktığı anlarda yazım da tamamlanmıştı. Sonra zihnimi yokladım. Bende iz bırakan talebelerimi düşündüm bir bir. Kim bilir şimdi neredeler? Yıldızlar gibi yurdun hatta dünyanın değişik yörelerine serpilen talebelerimizle elbette bir gün bir yerlerde buluşacağız. |
Bıraktığımız İzler | 3.7 | 3 | Yapraklar yavaş yavaş düşüyordu. Bir şeyi unutmuş gibi, bu sonbahar gününde geri dönen güneş, etrafa öyle bir sıcaklık, öyle bir telaş yayıyordu ki, yan yoldan gelen trafik ve insan gürültüsü, daha az rahatsızlık veriyordu. Sonbahar, henüz gelmişti. Okuldan yeni mezun olan gençlerin (kiminin tebessümle, kiminin limon yemiş gibi ekşimsi suratıyla) okulu hatırladığı vakitti. Sona’nın aklına da, okul binasına doğru yürürken, gün ışığı gibi sıcak hatıralar geliyordu. Yanında yürüyen arkadaşı Leyli onun duygularını pek paylaşmıyordu. Parıldayan gözleriyle Sona’ya baktı:
— Ee... Peki, buraya niye gelmek istediğini söyler misin?Sona, bunu anlatmaktan yorulduğunu ima eden bir sesle,
— Ah, neden anlamak istemiyorsun! Burada, hayatımın en güzel yıllarını geçirdim.
— Canııım! Yedi ile on yedi yaş arasını hayatının en güzel yılları olarak hesaplıyorsan, kendine bir mezar taşı satın al, bari!
Sona sadece içini çekti, bir şey söylemedi. Leyli ile şaka savaşlarına girmek tehlikeli bir şeydi. Bu arada kızlar, okulun koridoruna çoktan girmişlerdi. Her yer çok sessizdi, ders zili çalmış olmalıydı. Leyli sıkılmış bir sesle;
— Bundan sonra ne tür aksiyon planların var, diye sordu.
— Tarih öğretmenimi bulmak istiyorum, dedi Sona.
Tarih en sevdiği dersti ve hocası da en sevdiği öğretmen. Ondan önce tarih olimpiyatlarında üst üste dört yıl birinci olan bir başka öğrenci yoktu okulda.
Arkadan ayak sesleri duyuldu ve bir ses “Birini mi arıyorsunuz?” dedi. Sona başını çevirdi ve yüzü sıcak bir tebessümle aydınlandı:
— Hocam, merhaba. Nasılsınız? Beni tanıdınız mı? Ben Sona!Sona, uzun boylu, saçlarına henüz aklar düşmüş adamla konuşuyordu. Öğretmenleri, kısa bir sessizlikten sonra:
— A... Evet, Sona! Sensin, değil mi? Ziyaretine çok sevindim. Beni affedin kızlar ama gitmem gerekiyor, dersim var. Hoşça kalın, dedi.
Öğretmen gülümsedi ve kapılardan birinin ardında gözden kayboldu. Sona elektrik şokuna maruz kalmış gibi sesiz ve hareketsiz duruyordu. Sonra:
— Hayır, olamaz! Bu nasıl bir şey! Gitti! Tarih bölümünü kazandığımı söylemeye bile vaktim olmadı.Leyli olanlardan çok etkilenmeden:
— Tamam, neyse, rahat bırak adamı! Görmedin mi, gerçekten işi vardı, dedi.
Kızlar okul kapısına doğru yürümeye başladılar. Leyli aniden duvarı göstererek hafif bir gülümsemeyle:
Gösterdiği, öğrencilerin fotoğraflarıyla dolu olan bir panoydu. Üstünde büyük harflerle, “İFTİHAR TABLOSU” yazıyordu.Sona gülümseyerek;
— Burada benim de fotoğrafım olmalı, bir dakika şimdi bulurum. Eee... Nerede ya? İnanmıyorum! Çıkartmışlar mı, dedi.
— Sona, bu tabii bir şey! Sen tam iki yıldır burada okumuyorsun, dedi.
— Olsun. Ama ben 6 yıl okul birincisi oldum burada. Üstelik okul dans grubu kaptanı ve sosyal aktivite sorumlusuydum. Ayrıca drama klubü ve...
Leyli bu kelime fırtınasına son vermek için;
— Evet, evet, ellerim meşgul olmasaydı alkışlardım seni, dedi.
Bu arada okuldan çıkmış, dar bir sokağa sapmışlardı. Leyli’nin gözleri sokak kenarında bulunan binalara takılmıştı. Üç katlı binalardan birinin en üst katın daki pencerelerin hiçbirinde cam yoktu. Yıllar önce beyaz olan duvarları, şimdi kirli ve hüzün veren gri tonunda bir renge dönmüştü. Sona o birkaç dakika süren sessizliği bozarak:
— Bu, tek kelimeyle insanı dehşete düşürecek bir şey, dedi.
— Evet, doğru, dehşet... Bu bina yıkılmak üzere...
— Ne binası ya! Onu demiyorum. Unutulma dehşetinden bahsediyorum. Düşünsene, ben okuldan mezun olalı daha iki yıl oldu. Beni zar zor hatırladı. Tüm bunların yanında bir de hayatı düşünsene. Milyonlarca insan dünyaya gelip gidiyor. Ölümlerinin üzerinden çok geçmeden torunlarınca bile zorlukla hatırlanıyorlar. Hiç yaşamamış gibiler. Gölgeler gibi. Ama başkaları da var, onların isimleri tarih kitaplarında altın harflerle yazılı. Yüzyıllardır adları unutulmuyor, bıraktıkları seda hiç kesilmiyor. Birinci grupta, yani gelip de hiç fark edilmeden gidenler arasında olmak korkunç, değil mi? Acaba, bu dünyada iz bırakanlardan biri de ben olabilir miyim? Mutlaka bunu yapmalıyım. Ben de bir iz bırakmalıyım.
— Sona, şayet bu fikirleri kafandan atmazsan, izlerini ancak akıl hastanesinin dokümanlarında bırakırsın, dedi.
Sona keskin ve net bir cevap verecekti ama birisi:
— Affedersiniz, diyerek sözünü böldü.Sözlerini bölen, elinde kâğıt tutan, gri bir elbise giyinmiş, yorgun görünümlü bir kadındı. Kadın, kâğıtları sokaktan geçen insanlara dağıtıyordu. Kızlara da kâğıtlardan ikisini vererek:— Kimsesiz çocuklar yurdunda çalışıyorum. Problemlerimize dikkat çekmeye çalışıyoruz. Yapabileceğiniz bir şey olursa; kıyafet, oyuncak gibi şeyler getirebilirseniz veya binamızın tamirine yardım edebilirseniz, bizi çok sevindirirsiniz.
— Evet, anlıyoruz, zevkle ama biz çok meşgulüz, diyecekti ki, “ama” kelimesi boğazında düğümlenip kaldı. Çünkü kadının yüzünde: “Evet, gelmeyeceğinizi biliyorum. Siz de o bilindik türlerdensiniz.” ifadelerini gördü.O akşam Sona odasına çekilip bir şeyler yazdı. Genelde yazmak, fikirlerini bir düzene sokmasına yardım ederdi. Fakat bu defa yazdıkça fikirleri daha girift bir hâl alıyordu.
“5 Eylül 2005. Bu fikirleri kafamdan atamıyorum. Ne gerek var ki o zaman yaşamaya, bir şeyler yapmaya, çalışmaya! Her şey zaten unutuluyorsa. O yüzsüz, isimsiz ve unutulup giden gölgelerden biri olmak istemiyorum. Bir yolu olmalı. Benim bu dünyada bir rolüm olmalı. İzimi bırakacağım bir yer olmalı. Ama neresi?”Ertesi sabah Sona kendini, dün Leyli’nin dikkatini çeken o binaya girerken buldu. Kâğıtta yazılan adres burasıydı. Dün gördüğü kadının o suçlayan ifadesini aklından çıkaramıyordu. Girdiği karanlık koridorda kâğıtları dağıtan kadını buldu. Sona’yı gören kadın gözlerindeki şaşkınlığı gizlemeye çalışmadı bile:
— Ben de, diye cevap verdi ve devam etti. Ben, şey... Bazı kıyafetler getirmiştim.
— Gerçekten çok teşekkür ederiz. Benim hemen çıkmam lâzım, onları bu odaya bırakır mısınız, dedi ve odanın kapısını gösterip gitti.
Sona odaya girdi ve kıyafetlerle dolu poşeti duvarın yanına koydu. Odaya göz ucuyla bakınca ürperdiğini hissetti. Duvarların beyaz ve mavi olduğu ancak dikkatlice bakınca anlaşılıyordu. Çoğu yerin boyaları dökülmüştü. Odaların kenarlarında nemden dolayı küçük küçük yeşilimsi izler oluşmuştu. Ara sıra işitilen garip seslerin farelerden geldiğini sonradan anladı. Odanın havası biraz sert ve soğuktu. Aklına, hayatlarının ilk ve en güzel yıllarını bu soğuk ve çirkin odalarda geçirmek zorunda kalan çocuklar geldi. İçinde bedenine acı yayan bir sancının dolandığını hissetti.
Bir ara pencereye bakarken birisinin kendisini gözetlediğini fark etti. Başını çevirdiğinde kapının yanında ayakta duran, bedeninden daha büyük kıyafetler giyinmiş bir çocuk gördü. Görünüşüne bakılırsa çocuk yedi sekiz yaşlarında olmalıydı. Kısa, düz saçları dağınık ve kirli; asık beyaz yüzü ise çillerle doluydu. Sona’yı süzen gözlerinde biraz ilgi, biraz utangaçlık, biraz da kurnazlık vardı. Birkaç saniyelik bu bakışmadan sonra, Sona ne diyeceğini ve ne yapacağını bilememe duygusuyla çocuğa bakmaya devam etti. İlk olarak çocuk konuşmaya başladı:
— Ne yapıyorsun burada sen, burası boş ve soğuk bir yer?
— Buraya üşüdüğüm için geliyorum, çünkü burası daha sıcak.
Çocuk kendisine göre doğru söylemiş olabilirdi. Aslında hiç de sıcak değildi. Sadece dışarıya göre biraz daha sıcaktı. Kaloriferlerin az çok çalıştığı oda bu olmalıydı. Bu fikirlerle zihni meşgul olan Sona tek kelime etmiyor, sadece düşünüyordu. Bu çocuğun yanında kendini suçlu hissetmeye başlamıştı. Evi olduğu için, her gün sıcak yatağı olduğu için, ailesi olduğu için... Çocuk, Sona’ya daha dikkatli baktı.
— Korkmuş gibi görünüyorsun sen, dedi.
Evet, Sona gerçekten içinde bir korku hissediyordu. Bu korku, hayata karşı duyduğu bir korkuydu. Hayatın bu çirkin yüzünü gördüğü için korktu. Peki, hayatın bu yüzüne her gün bakanlara ne demeliydi? Yok, böyle bir yerin, böyle bir kaderin, böyle bir hayatın olması kocaman bir hata olmalıydı. Sona bu hayatı düzeltmek için hemen bir şeyler yapmak istiyordu, bir şeyler yapmalıydı ama ne?
Çocuğun gözlerinde ve yüzünde gizli ama derin bir dert denizi görüyordu. Çocuğun bakışlarını takip ettiğinde eline baktığını gördü. Elinde güzel, spor bir kol saati vardı. O an hızlıca saati kolundan çıkarıp çocuğa uzattı:
— Al... Bu sana hediyem olsun, dedi.
Çocuk bir şeyler söylemek için çabaladığı sırada, koridordan hızlı hızlı yaklaşan ayak sesleri ve sinirli bir sesin “Ahmet! Ahmet! Yine nerdesin?” diye bağırdığını duydu. Bir süre sonra aynı kadın görüldü ve Sona’ya bakarak:
— Hâlâ burada mısınız? diye sordu. Sonra çocuğa dönerek:
— Hemen ama hemen yemekhaneye gidiyorsun! Kadın tekrar Sona’ya bakarak:
— Kusura bakmayın, onlar gördükleri herkese yapışırlar. Aslında insanlardan korkmaları çok daha mantıklı.
Çünkü karşılaştıkları insanların çok azından iyilik gördüler.…
Sonbaharın sonları gelmişti. Sona parkta oturuyordu. Koyu gri rengi almış gökyüzünde, siyah kuşlar uçuyordu. Sona, sokaktaki insanlara bakıyordu. Son bir kaç haftadır kendisini rahat bırakmayan fikirleri yine aklına gelmişti. Herkes bir yere koşuyor. Niye? Anlamı ne ki hepsi bir rüya gibi kaybolacaksa? Tıpkı gölgeler gibi. İnsanoğlu neden yaşayan ölüler gibi kıyısından bakıp geçiyor hayata? Niye kaybolmaktan korkmuyorlar? Hayır, istemiyorum. Ben, tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolan isimsiz bulutlardan biri olamam, parlak bir yıldız olarak kalmak istiyorum o sayfalarda. Ama ne yapabilirim ki?
Ansızın esen rüzgârın, yerde sürüklediği renkli bir reklâm kâğıdı geldi önüne. Kâğıtta, büyük harflerle; “GENÇLİK PARTİSİ” yazıyordu. Hemen altında ise daha küçük karakterlerle yazılmış, “Geleceğin siyasetçileriyiz biz! Yurdumuzun tarihini şimdi ve sonra yazacak biziz.” yazısını okudu. “Tarih yazacak biziz!” Bu benim için bir şans olabilir, diye düşünmeye başladı. Bu düşüncelerden, kendisine dokunan bir elin soğukluğuyla sıyrıldı. Sağa sola bakındıktan sonra karşısında duran çocuğu gördü. Çocuk:
Sona biraz durdu, onu nereden tanıyabileceğini hatırlamaya çalıştı. Ahmet olduğunu bir süre sonra hatırladı. Çocuk, Sona’dan cevap gelmesini beklemeden konuşmasına devam etti:
— O gün, sana teşekkür etmeyi unutmuşum. Bana verdiğin saat, bak... Ne kadar güzel, değil mi? Ahmet Sona’nın saatini cebinden çıkarttı.
— Elime takmıyorum, ya kaybolursa diye, dedi. Sonra:
— Biliyor musun, ben büyüdüğümde polis olacağım, kardeşime ve sana birisi bir şey yapmak isterse, sizi koruyacağım, dedi.
Söyledikleriyle gurur duyuyordu ancak “kardeşimi” kelimesine takılmıştı. Sona, cevap için kelimeler arıyordu ama yine o ses: “Ahmet!” diye bağırdı ve çocuk: “Güle güle!” diyerek koşmaya başladı.
Sona, çocuğun koştuğu yöne doğru baktı. Hâlâ ismini bilmediği kadını ve onun arkasından koşan iki çocuğu gördü. Sona’yı gören kadın, ona el salladı. Bu tablo karşısında duygulanan Sona, birkaç dakika önce okuduğu reklâm kâğıdını cebinden çıkardı ve çöp kutusuna attı. O akşam Sona, daha önce yazmış olduğu hatıra defterinin sayfalarını teker teker koparıyor ve onlardan kâğıt uçaklar yapıp pencereden atıyordu. Son bir haftada yazdıklarını okurken gülümsemeden edemiyordu. “Hayattaki rolüm”, “Tarihteki izim”, “Gölge gibi kaybolmak istemiyorum”... Ne kadar çocuksu şeyler, diye düşündü son kâğıt uçak da karanlığa doğru seyahate çıkarken, Sona, yeni bir sayfa daha açtı ve yazmaya başladı:
1 Ekim 2005 “İsimlerimizi yazacağımız en güzel yer, insanların kalpleridir. Orada her şey kalıcıdır. Hem de sonsuza dek silinmemecesine.” |
Deniz Yıldızı' nın Öyküsü | 3.5 | 2 | Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken,denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu Kişinin, sahile vurmuş deniz yıldızlarını denize attığını fark eder ve
- ”Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsun ?” diye sorar.
Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi, “Yaşamaları İçin” yanıtını verince, adama şaşkınlıkla:
- ”İyi ama burada binlerce deniz yıldızı var.Hepsini atmanıza imkan Yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki ?” der.
Yerden bir deniz yıldızı daha alıp denize atan kişi,
- “Bak Onun İçin Çok Şey Değişti,” karşılığını verir. |
Eğitimde Üslubun Önemi | 0 | 0 | Odanın pencereye yakın kısmında duran akvaryumdaki balıklar, donuk bakışlarla sudaki kırılmalara eşlik ediyordu. Bu saydam cam kutu; fokurtusuyla, suyun dalgalanmasıyla, balıkların sun’î bitkilerin arasında süzülmesiyle ayrı bir dünya idi. Hilmi Bey, kitabı masasının üzerine bıraktı. Sonra elini cebine atıp kelimeleri hapsettiği kalbinin hemen üzerindeki cebinden cüzdanını çıkardı. Koltuğuna yaslanıp cüzdanını açtı. Cüzdana değil, sanki derin bir tünelin içinden geçmişteki yıllarına bakıyordu. Yıpranır endişesiyle naylona sardığı paraya uzun uzun baktı. Paranın üzerinde silinmez hatıralar aradı. “Verdiğin bu para olmasa, hâlim ne olurdu hocam?” dedi usulca.
Etrafına göz gezdirdi sonra. Saksıda duran menekşelere, duvardaki tablolara, oturduğu koltuğa, masanın üzerindeki şirket logosuna bakıp gözlerini kapayarak düşündü. “Ah Hocam, ah! Ya sen olmasaydın?” dedi bir defa daha yüreği. Talebeyken kaldığı yurda gitti bir ânda hayalen.
Yıllar yıllar öncesiydi. Kuşlar kadar ötede, çiçekler kadar yakındaydı. Gözünü kırptığında gidecek bir hayaldi o yıllar. İmkânı olmadığı için arkadaşlarına özeniyor, onlar gibi eğlenmeyi, onlar gibi gezip tozmayı hayal ediyordu. Hayal ediyordu; ama cebinde parası yoktu. Her okul çıkışında arkadaşlarının gittiği pastanede bir gün onlarla birlikte oturabilmenin hayalini kuruyordu. Kendisini davet eden arkadaşlarına söyleyecek mazereti kalmayınca, pastanenin önünden geçemeyip arka sokaktan dolaşır olmuştu.
- Hilmi! Gel hele şurada bir soluklan. Bir limonata içer, serinleriz. Ben de isterdim; ama yetiştirmem gereken ödevlerim var.
- Hilmi, bugün Mesut’un doğum günüymüş, hani şu ilerideki pastane var ya...
- Hay olmaz olsun o pastane…
- Ne diyordum; Mesut’un doğum gününde ona bir sürpriz yapacağız, sen de gelirsin değil mi?
- Arkadaş bu kadar da olmaz. Köyden bir akrabam gelecekmiş yurda beni ziyarete… Ya öyle mi… Hay Allah, neyse…
- Hilmi, bu akşam çay bahçesinde buluşup maça gideceğiz.
- Benim ayağım ağrıyor, ben gelemeyeceğim.
Mazeretler bitince artık okuldan arkadaşlarına görünmeden ayrılmaya başlamıştı. Bir gün koridorda bir miktar para görmüş, parayı almış ve kendisininmiş gibi cebine atmıştı. Önceleri vicdanını kemiren soruları; “Ama çevrede kimse yoktu; ben almasaydım başkası alacaktı... Hâl böyle olunca benim almamın ne mahzuru olabilir ki…” diyerek geçiştiriyordu.
Bir başka gün ranzanın üzerinde her zaman onu pastaneye davet eden çocuklardan birinin cüzdanını görünce, içi bir garip olmuş; etrafı kontrol edip ortalıkta kimseler olmadığını anlayınca cüzdandan bir miktar para almıştı.
Bu iki olaydan sonra vicdanı onu rahatsız etse de bulduğu mazeretler, onu gerçekleri görmekten uzaklaştırmış; “Bende para yok... Onlarda var… Biraz alsam bir şey olmaz... Belki arkadaşım memnun da olur. Ben olsaydım onun yerinde mutlu olurdum. Benim gibi bir kişiye biraz yardım yapmak ona zarar vermez ki…” gibi yanlış düşüncelere sevk etmişti.
Bir vakit sonra, parasını kaybeden talebe şikâyetçi olmuş, yurtta arama yapılmıştı. Para Hilmi’nin dolabında bulununca da idareciler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Zîrâ bunu ona ve diğer talebelere söylemek zordu. Uzun uzun düşündüler. Saniye dakika; dakika saat; saat gün oldu… Istırap uzadıkça uzadı. Saçakta tüneyen kuş, sokağın köşesinde bekleyen kedi, dalda salınan yaprak dondu kaldı bu resimde. Bir tarafta parası çalınan çocuklar, diğer tarafta çalmayı alışkanlık hâline getirmiş bir talebe… Bir vakit… Bir vakit… Bir vakit beklediler… Çocuğu çağırıp durumu anlatmadan önce yurdun idarecisi, “Arkadaşlar, bunu bir de hocamıza açalım, onun söylediğine göre davranalım.” diyerek zaman istedi.
Olan biteni; gönlü gül, yüzü güneş, gözleri bulut bulut olan hocalarına ilettiler. Düşündü bir vakit yüzündeki hüzünle hoca. Sonra yurt idarecisine:
- Ben o delikanlıyla bir görüşeyim, müsaade eder misiniz.
Hilmi, idareye geldiğinde ne olduğundan pek haberi yok gibiydi. Onu tespit edeceklerine ihtimal vermediği gibi, buna kendisini de inandırmıştı.
- Gayret ediyorum hocam. İnşallah takdir bekliyorum.
Hocanın sözleri ve tavırları, Hilmi’yi rahatlatmıştı. Değerli bir misafir olarak hissetti kendini. Onun gözlerinde ufuklara daldı gitti. Yağmur oldu; hocanın sözleri susuz kalmış gönlüne.
- Kimlerle dostluk kurarsın Hilmi Bey?
“Hilmi Bey” kelimesi işledi içine, eridi, sustu; dinginliğin huzurunu yaşadı.
- Bizim yatakhaneden Ahmet, Suat; okuldan Ebubekir; Mehmet Ali…
- Oh oh… Maşallah, pek de beyefendi arkadaşların varmış…
- Onlarla bir yerlere gidiyor musunuz?
- Vazife mi? Bana mı? Emredin hocam…
Cebinden çıkardığı elli lirayı Hilmi’ye uzatıp:
- Şunu al, arkadaşlarına hafta sonu bir dondurma, tatlı ısmarla; olur mu?
Şaşırmış hâlde kendisine uzatılan paraya bakan Hilmi, bir ân rüyada olduğunu düşündü. Adam yerine konulduğuna mı sevinsin, kendisine teklif edilene mi; yoksa arkadaşlarıyla pastaneye gidebilecek olmasına mı? İkram edilen çayını bitirince, müsaade isteyip idare odasından ayrıldı.
Aradan bir hafta geçmişti. Kelimeleri nezaket elbisesine büründüren Hocaefendi, talebeyi tekrar yanına çağırttı.
“Bana yine Hilmi Bey dedi… Evet, evet yanlış duymadım… Yoksa odada bir başka kişi var da ona mı söylüyor?” diyerek çevresine bakındı Hilmi. Etrafına bakınırken aynı ifadeyi tekrar duydu:
- Peki... Verdiğim vazifeyi yaptın mı, arkadaşlarını pastaneye götürdün mü?
Hilmi, için için eridiğinin farkındaydı. O bakışlar yok mu, o bakışlar... Hocasının, içine işleyen bakışları... Uzun süre bakamasa da kafasını kaldırınca gördüğü o nemli gözler…
- Şimdi al şu elli lirayı, bu hafta da arkadaşlarına pasta ikram et.
- Arkadaşlarına sahip çık olur mu?
Boş bardağı ağzına götürdüğünü, tabağa geri koyduğunda fark etti. Sonra müsaade isteyip çıktı odadan...Ondaki müspet gelişmeler, yurttaki hırsızlıkların bitmesi, idarecileri ziyadesiyle memnun etmişti. Atalım dedikleri talebenin şimdi arkadaşlarıyla alâkadar olduğunu görünce “İyi ki atmamışız, iyi ki hocamızla görüştürmüşüz.” dediler. |
EVLİLİK FİDANI | 3.6 | 5 | Yeni evli bir çift vardı.Evliliklerinin daha ilk aylarında,bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi.Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.Ama şimdilerde, küçük bir söz,ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkasına yetiyordu.Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler.Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.Erkek, “Aklıma bir fikir geldi” dedi.“Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım.Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim.Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”Bu ilginç fikir kadının da hoşuna gitti.Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.Aradan bir ay geçti.Bir gece bahçede karşılaştılar.Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı. |
Fincan | 2.8 | 4 | Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;"Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.”Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!Kekeleyerek: "Nasıl? Anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın."Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:"Yeter! Lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.Ama usta sadece gülümsedi ve; "Daha değil!" diye cevapladı beni."Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:"Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!"Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:"Henüz değil!""Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek"Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:"Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!""Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve "Daha değil!" diyordu."Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi."Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum."Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. Onun cevabı ise aynıydı: "Henüz değil!""Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. "Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "Daha değil!" diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm."Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:"Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?"Ona "Evet" dedim.Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve "Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.""Evet bu sensin!" dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:"Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!Bana zarar vereceğini düşündüm.Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim.Teşekkür ederim." |
Hayal ve Gerçek | 4.4 | 7 | Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve ne yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev , tam kalbinin sesiydi…
İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör”, uyarısı vardı.
- Neden 0 aldım, diye merakla sordu hocasına çocuk.
- Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal, dedi hocası.
- Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkânsız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
- Oğlum, dedi babası; “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!”.
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına .
- “Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin… Ben de hayallerimi.. |
Hediye | 3 | 13 | Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı....
Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı.
"Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı, "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..." Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.
Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.
Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir. |
Herkes Vatanında Mutludur | 4.4 | 5 | Kocaman bir kartal, kanadından yaralanmıştı. Gökyüzünün bu hür kuşu, artık uçamaz olmuştu. Bir zamanlar, keskin bakışıyla çok yükseklerden gördüğü avını bir hamlede kapıp alan bu güçlü kahraman, şimdi çalıların arasından yiyecek bir şeyler bularak yaşamaya çalışıyordu. O sırada, anlayışı kıt bir kadın, yakacak bir şeyler toplarken kartalı gördü, görür görmez de hemen yakalayıp kendi kendine söylenmeye başladı: "Ne oldu sana güzel kuşum? Şu tırnaklarına, gagana, kanatlarının hâline bak! Seni bir güzel temizleyip bakımdan geçireyim, bu perişan hâlden kurtul!" Kadın, kartalı alıp evine götürdü. Kartalın tüyleri parlasın diye onu tuhaf maddelerle yıkadı. Zavallı, epeyce hırpalandı. Bununla da yetinmedi, gel senin tırnakların ne kadar da uzamış, şu gaganın hâline bak, deyip kartalın biricik av silahı olan pençelerini, gagasını kesti. Üstüne üstlük, zavallı hayvanın kanatlarını iyice kısalttı. Göklerin güçlü kuşu, şimdi gülünç bir durumdaydı. Zavallı kartal âdeta bir tavuğa dönmüştü. Kadın bunları düşünemedi. Kartala iyilik olsun diye yaptı bütün bunları. Aradan haftalar geçmişti. Kartalın yaralı kanadı iyileşti; ama ne yazık ki artık yüreği yaralıydı talihsizin. Kısacık kanatlarla, küt bir gaga ve kör pençelerle ne yapabilirdi? Gökyüzüne süzülüp dağları, ovaları, ırmağı, ormanı kuşbakışı seyredecekken, bulutlarla kol kola bir hayat sürecekken, şu hâline bak talihsizin! Tozda, toprakta kırıntı gagalayan tavuklarla yaşamak, ne acı verici! Ama kartal hiçbir zaman yitirmedi ümidini. Tavukların arasında bir yandan besleniyor, bir yandan da tenha yerlere geçip uçma talimleri yapıyordu. Aradan uzun zaman geçti, sonunda kartalın kanatları uzadı, yarası iyileşti ve her bakımdan kendini toparladı. Bu arada bir gün eski gücüne kavuşup tekrar gökyüzüne, yüce dağlara kavuşma ümidini hep canlı tuttu. Güneşli bir bahar günüydü, her yer rengârenk, ışıl ışıldı. Muhteşem kartalımız artık eskisi kadar güçlü ve sağlıklıydı. Bugün benim için büyük gün, diye düşündü. Evin yakınındaki küçük tepeye çıktı. Bahçedeki bütün hayvanlara seslenir gibi kocaman bir çığlık kopardı, bütün kümes hayvanları pür dikkat ona bakıyorlardı. Ayrılık duygusu yüreğini biraz acıtsa da gerçek yurduna kavuşacağı için sabırsızlanıyordu. Aylardır birlikte vakit geçirdiği evcil arkadaşlarını kanatlarıyla selamlayarak büyük bir gürültüyle havalandı. Muhteşem kartalımız kendisine yakışır asalette gökyüzüne yükselirken bahçedeki evciller üzüntüyle karışık bir sevinçle bağrıştılar: - Herkes vatanında mutludur. Güle güle muhteşem kuş! |
Huzur | null | null | Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir. Resimlerden birisinde sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim, bakanları mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşündürecek kadar güzeldir.
Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar... Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek, resmi daha da sıkıntılı hâle sokmaktadır. Dağın eteklerindeki bir şelale ise insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir. Fakat kral resme bakınca şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva, harika bir huzur ve sükun örneği sunmaktadır izleyenlere...
Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim... Kralın açıklaması çok da uzun değildir:
"Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.”
Kaynak: Cüneyt Suavi / Hayatın İçinden
Yeni aldığım çifteyi denemek için arkadaşlarımla birlikte ava çıkmaya hazırlanıyordum. Bir gün öncesinden dış kapının yanına koyduğum çantayı görünce heyecanlanıyor ve onu tıka basa bıldırcın dolduracağıma inanıyordum.
O gece erkenden yattım. Rüyamda ertesi günkü avı göreceğimden emindim. Fakat birkaç saat sonra küçük oğlumun ağlamasıyla uyandım. Ateşler içinde yanıyordu.
— Kızamık olmalı, dedi. Herhâlde komşumuzun çocuğundan geçmiştir.
Canım fena hâlde sıkılmış ve söylenmeye başlamıştım:
— Tam hasta olacak zamanı buldu velet, dedim. Kırk yılda bir ava gidecek oldum.
— Gitmesen iyi olur, dedi. Üstelik yarın pazar, her yer kapalı biliyorsun.
— Ben anlamam, dedim. Söz verdim gideceğim.
Nitekim öyle de yaptım. Arkadaşlarımla birlikte av yerine geldiğimizde, onlardan ayrılarak gezinmeye başladım. Bir kaç saat sonra iyice yorulmuş ve ümidimi büyük ölçüde kaybetmiştim.
Aniden 5-10 metre önümden iri bir kuşun havalandığını gördüm. Beklediğim bıldırcındı bu. Tüfeğimi heyecanla doğrultarak iki fişeği birden arka arkaya patlattım. Vuramamıştım.
Kuş, tüfeğimin ormanda yankılanan sesini sanki hiç duymamış ve biraz uçtuktan sonra dönerek tekrar aynı yere konmuştu.
Tüfeğimi doldururken ona baktım. Hiç kımıldamadan duruyor ve sanki bana meydan okuyordu. Yoksa o da mı acemi olduğumu anlamıştı.
— Bu sefer işin tamam, diyerek nişan aldım ve tetiğe dokundum. Tüyleri bulut gibi dağılmış ve bulunduğu yerden birkaç metre öteye yığılmıştı. Bir kahraman edasıyla yanına gittim. Darmadağın olan vücudunda yenecek bir taraf kalmamıştı. Herhâlde çok yakından ateş etmiştim. Kanadından tutup bir tarafa atarken:
— Benden korkmamanın cezasını çektin, dedim. Üstelik bir işe de yaramadın.
Birden, yandaki çalıların içinden gelen seslerle irkildim. Küçük bir yuva içindeki kuş yavrularıydı bunlar. Tüyleri henüz kabarmaya başlamış ve üşümemek için birbirine sokulmuşlardı. Hepsi avazı çıktığı kadar bağırarak sanki bana lanet ediyorlardı.
— Aman Allah’ım, dedim. Ne yaptım ben?
Yuvanın bulunduğu çalılık, vurduğum kuşun dönüp dolaşıp konduğu yerdi. Ve o küçük kalbindeki şefkat yüzünden ölüm pahasına da olsa yavrularım terk etmemişti.
Tekrar yuvadaki yavrulara baktım. Evde, ateşler içinde terk ettiğim yavrum gibi titriyorlardı. |
İki Kardeş | 4.5 | 13 | Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok." Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar.
Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır. |
Kurabiye Hırsızı | 3.2 | 12 | Bir gece genç bir kadın havaalanında uçağının kalkmasını bekliyordu. Daha epeyce zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket de kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu ve kitabını okumaya başladı. Kendisini okumaya öyle kaptırmıştı ki, yanında oturan adamın aralarındaki paketten birer birer kurabiye aldığını paket yarıya geldiğinde fark edebildi. Görmezden gelmeye karar verdi. Gözü bir yandan da saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş kurabiyelerini tüketirken. Her kurabiyeye uzandığında adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca " Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine. Adam yüzünde bir gülümsemeyle son kurabiyeyi aldı, ikiye böldü. Yarısını ağzına atıp, diğer yarısını kadına uzattı. "Aman Allah'ım , ne cüretkar ve kaba bir adam" diye düşündü kadın. Hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu. Uçağının kalkacağı anons edildiğinde eşyalarını topladı ve dönüp "kurabiye hırsızı"na bir kere bile bakmadan, çıkış kapısına yürüdü. Uçağa bindi, koltuğuna oturdu. Bitmek üzere olan kitabını almak için çantasını açtı ve çantanın içinde duran bir paket kurabiyeyi gördü. Adamın onunla kurabiyelerini paylaştığını, özür dilemek için çok geç olduğunu anladı üzüntüyle. Kaba ve cüretkar olan "kurabiye hırsızı" asıl kendisiydi. |
Mektup | 3.5 | 6 | Rasim, bir akşam okuldan döndüğü sırada, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kâğıt üstüne şu satırlar yazılıydı:
“Rasim Bey, ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizinle evlenmektir. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki sokağa çıkmama çok az müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden nişanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canım sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır.”
On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yaş büyümüş gibi gurur duyuyordu.
İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim’in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.
“Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen zavallı bir kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: Mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz mısınız?”
Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.
Bedia aynı zamanda meraklı bir kızdı. Bazen şöyle sorular sorduğu da oluyordu:
“Evlendiğimiz zaman tatilimizi geçirmek için acaba İtalya’ya mı gidelim, İsveç’e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yaşar, ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?” Yahut da “Sen Abdülhak Hamit Bey’in Eşber’ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...”
Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.
Bedia bir mektubunda ona şöyle darıldı: “Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın nişanlısı olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim.”
Rasim fena hâlde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikâyet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların peşinde mi geziyordu?
Rasim dünyada Bedia’sından başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu.
Bir akşam, Rasim’in annesi Nedime Hanım kocası Ahmet Bey’i matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:
“Ah bey, başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim’in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul.”
Ahmet Bey’de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:
“Korkma hanım.” dedi, “Oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler ne ben, bütün gayretimize rağmen ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.
Rasim’in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim.” |
Mucize | null | null | Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. George'ın yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak: "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam "Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne: "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent! |
Sadakat | null | null | İzmir yanıyor, sabahın onu olmasına rağmen. Yirmi saatlik yolun yorgunluğu değil, otogardan eve kadar binmek zorunda olduğum minibüsün içi tedirgin ediyor beni. Ah diyorum, açık pencerelerin yanındaki koltuklardan biri denk gelse. Bütün hayatımda olduğu gibi bu dileğim de içimde ukde kalıyor. Minibüsün en arkasındaki koltuk, boş olan tek yer. Çaresiz oturuyorum. Bir elimde koca bilgisayarım, omzumda bilgisayarı aratmayan el çantam ve diğer elimde valizim... Sıcak hava yüzümü yalıyor, bedenimin her hücresine yerleşip kalıyor. Sıkıştığım yerde su gibi terliyorum. Bir sağımdaki genç adama bir de solumdaki yaşlı amcaya bakıyor ve hemen kararımı veriyorum. Genç adama eğilip, "Yerimizi değişmemizin bir mahsuru var mı acaba?" diye soruyorum. Ümit ettiğim gibi genç oluşumuz anlaşmamızı kolaylaştırıyor. Anında yerinden kalkıp benim koltuğuma geçiyor. Rahat bir nefes alıyorum. Hiç değilse şimdi bir yanım pencereye dayanıyor, kendimi daha emniyette hissediyorum.
Ücretimi elden ele, sürekli parasını ödemeyenleri kontrol etmeye çalışan şoföre gönderip, gözlerimi canım memleketime çeviriyorum. Güzel İzmir'im. Genç kızlığımın şehri, hayallerimin beşiği... Hiç değişmemiş sanki. Azıcık daha büyümüş hepsi bu kadar.
Pencereden akıp giden her bir parçasıyla ben de genç kızlığıma akıp gidiyorum sanki. O kız oluyorum. Talebeliğim bitmemiş daha. Babam yaşıyor ve annemin dizleri henüz tutuyor. Biz her sabah kahvaltının üstüne sabah kahvesini mutluluk içinde yudumlayan o aile oluveriyoruz. Yüzüm ışıyor. Aradan yılları kaldırıp ellerimi o görüntüye uzatıvereceğim neredeyse. Babamın eline uzanmak üzereyken acı bir ses bölüyor mutluluğumu. Cep telefonum bu! Çantamın içinde bas bas bağırıyor. Bu kadın çantalarının hepsi mi aynıdır, benimki mi bu kadar karışık hiç bilmiyorum. Bir avuç çantanın içinde cep telefonunu bulup da çıkarmanın imkânı olmaz mı hiçbir vakit? Benim için olmuyor işte. Bu duruma her düşüşümde kendime söz verdim ve işte sonuç çalıyor, çalıyor ve çalıyor. Bir minibüs dolusu insana bu sesi istemeden dinletiyorum ama bir türlü aradığımı bulup da buna bir son veremiyorum. Terden bunaldım, neredeyse çantayı minibüsün içine boşaltıp arayacağım ama yok mübarek. Kim bilir çantanın hangi çıkmazına sıkıştı. Arayan da usanıp kapamıyor ki. Bu kocamdır kesin. Cevap alıncaya kadar vazgeçmez. Huysuz adam. Belki müsait değilim.
Düşünüp de insan bir bırakır. İmkânı mı var! Tere bulanmış bir hâlde tükendiğimi düşünürken telefon elime değdi. Hemen rastgele bir tuşa dokundum ve kocamın sesi minibüsün içine yayıldı. Yanlışlıkla hoparlörüne dokunmuş olmalıydım.
Hemen telefonu kapayıp başlarım bana çevirmiş insanlara gülümsedim. Tebessüm dudaklarımda dondu. Bu insanlara ne olmuştu böyle. Kısık bir sesle cevap verdim. Hâlâ eski alışkanlıklarımdan kurtulamadığım için kendime kızdım. Nerede olurlarsa olsunlar, çevrelerini hiç önemsemeden konuşan insanlara hep gıpta ederdim. Ne rahatlıktı o öyle. Dünya kulak verse anlattıklarına, umurlarında olmuyordu. Dünya onlarındı. Ben öyle miydim ya! Şu kör olası telefon çalmaya başladığı an, elim ayağıma dolaşmıştı çoktan. İnsanları rahatsız etmekten oldum olası kaçmıştım. Peki ne olmuştu. İnsanlar örnek mi almıştı beni? Hayır, makamım mı yükselmişti? Hayır. Sesi kısık, yüreği kısık, duyguları kısık bir insan olup çıkmıştım böyle. Olan bana olmuştu sonunda.
İzmir'deydim kaç aydan sonra. Bunu, hiçbir şeyin bozmasına müsaade etmeyecektim. Bugünü aylardır bekliyordum. İzmir'in, memleketimin, havasım ciğerlerime çektim. Her şeye bedeldi bu. Baba ocağında olacaktım az sonra. Yaşlı annem beni bekliyordu muhakkak. Saat onu geçmiş olsa da kahvaltıyı benimle edecekti, biliyordum. Çayı demlemiş olmalıydı, zeytin yağında bekletilmiş zeytinler de sofrada olacaktı. Köy peyniri olmazsa olmazı. Simit de almıştır bana. Çok sevdiğimi bilir. Ben hâlâ gözünde o küçük kızım. Hiç büyümeyeceğim. Büyümek de istemiyorum zaten. Hiç değilse onun gözünde çocuk kalayım. En büyük tesellim bu. Çocuk olma ayrıcalığını yaşamak için belki bu gelişim. Kırk beş yaşında çocukluk. Bazen ne tuhaf oluyorum ben böyle.
Bornova yolunu geçip Buca tarafına yöneliyoruz. Tam beş yıl bu yollardan gidip geldiğim günler... Geçmez bir türlü dediğim hâlde rüya gibi tükenen günler. Okul yolum burasıydı. Belediye otobüslerinde yer kapmakla uğraştığım seneler buralarda geçti. Trafik ne kadar artmış şimdi!
Buca'dan Yeşilyurt'a yöneliyoruz. Baba ocağım orada tütüyor, içinde babam olmasa da. Yollar buhar buhar sıcaktan, insanlar gölgelere sığınmış. Minibüsün kapısı açık şimdi. İçeri giren sıcak hava bir parça olsa serinletmekten çok uzak. Nasıl çalışıyorlar yaz boyu bu şekilde ve bu sıcakta anlayamıyorum. Ekmek parası, ekmek kavgası. İnsan her şeye dayanmasını biliyor demek. Şoföre saygıyla bakıyorum. Benim yaşlarımda olduğunu tahmin ediyorum ama çizgileri derinleşmiş. Yüzünde bezginlik okunuyor. Direksiyon sallamak zorunda olduğu her hâlinden belli. Göbeğine kadar açılmış gömleği kaç yılı geride bırakmış. Direniyor yenisine belli. Önümde oturan yaşlı amca ayağa kalkıyor, açık kapının önüne gelip titreyen kollarıyla kapının üstündeki demir çubuklara yapışıyor. Şoför bir anda nasıl farkına vardıysa süratini kesmeden arkaya dönüp yaşlıya bağırıyor. "Amca amca ne yapıyorsun sen, kapı açık görmüyor musun?" Öfkeden ve sıcaktan yüzü kan kırmızısı. Yaşlı amca hiç istifini bozmadan aksileniyor şoförün tavrına. "İneceğim. Hem ben tutunuyorum, baksana." Şoför hızını kesip kenara çekiyor. Amca titreyen bacaklarıyla atıyor kendini dışarı. Önde oturan çok bilmiş bayanlardan biri yorumunu geciktirmiyor. " Ne demeye bu yaşta çıkmış dışarı. Düşüp ölse uğraş dur. Al başına belayı." Şoför cevaplamıyor. Yoluna devam ediyor. Başını sallamakla yetiniyor. Kadın yüz bulamayınca kesiyor sözünü. İşte bazılarının ihtiyarlara bakış açısı bu. Başa beladan başka bir şey olarak görmüyorlar onları. Demek bizim de olacağımız bu. Yaşlılık fena şey.
Nihayet durağa geliyorum. Kibar bir sesle ineceğim diyorum şoföre. Duruyor. Benim sokağım burası. Hâlâ genç kızlığımın izleri var üzerinde. O izlere basarak yürüyorum baba ocağına. Kim koymuş bu adı hiç bilmiyorum ama yüreğimi ısıtıyor bu iki kelime: Baba ocağı. Sanki bütün güzel duygular bu iki kelimenin içine birikmiş. Sevgi, saygı, fedakârlık, güven, dayanışma ve bitip tükenmez bir koruma duygusu. Benim hepsine birden gerçekten çok ihtiyacım var.
Sokağın başından evimize bakıyorum. Nasıl göründüğümü bilmiyorum. Yirmi saatlik yol yorgunluğunun ardından nasıl görünmem mümkünse, işte öyle. Yine de üstüme başıma çeki düzen verme telaşı sarıyor beni. Asansörde ayna var çok şükür. İçim rahatlıyor. Zili çalmadan apartmanın kapısı açılıyor. Komşulardan birinin oğlu açıyor kapıyı, seviniyorum. Asansörde toparlanıyorum biraz. Beş kat bana çok da zaman tanımıyor.
En azından saçlarımı düzeltiyorum. Gözlerim yorgun baksa da mutluyum. Ayaklarım şişmiş, spor ayakkabıların içinde terlemiş, hayıflanıyorum çorap giymemiş olmama. Kotum otobüsün tozundan nasibini almış, penyem ter içinde. Kapıyı çalarken elim yüreğimde. Sekiz ay sonra anneme sarılacağım. Hayatımdaki en büyük eksikliğim onun kucağı. Yaşım ilerledikçe bu kucağın eksikliğini daha bir yürekten hisseder oldum. Ağlamaklı oluveriyorum durup dururken.
Ben böyle değildim aslında. Bana ne oluyor anlayamıyorum. Kapı açılıyor. Annem buruşuk ve aydınlık yüzüyle karşımda. Özlediğim bu küçük kadın işte. Sanki dün bırakmışım gibi karşılıyor beni. Sarılıyor ben daha elini öpmeye yeltenmeden. Öpmüyor beni, kokluyor, içine çekiyor. Bu hâldeyken hem de. Bir daha sarılıyor, bir daha kokluyor. Kendimi geriye çektikçe o bir adım daha yaklaşıp bir daha sarılıyor bana. Ben de anneyim ama annem gibi değilim. Kimse onun gibi değil zaten.
Kendimi önce banyoya atıyorum. Elimi yüzümü yıkayıp azıcık ferahladıktan sonra hemen valizimden günlük eşofmanlarımı bulup çıkarıyorum. İyi ki en üste koymuşum. Kırk yılda bir olsa da bazen böyle düşünceli işlerim oluyor benim. Hemen banyoya koşup üstümü başımı değiştiriyorum. Şimdi kendimi çok daha iyi hissediyorum. Annemin keyfini artık sürebilirim gönlümce. Sekiz aydır bunu beklemiyor muydum ben? İşte yanındayım. Koşup bu defa ben sarılıyorum boynuna. Bu seneden seneye küçülen insanı çok seviyorum.
Hiç yanılmamışım, daha bir lokma girmemiş boğazına. Sofra hazır, çay demlenmiş. Sofrayı kendim hazırlamışım gibi biliyorum. Ne hayal etmişsem hepsi tamam. Simidim taptaze. Köy peyniri, tatsız peynirleri yemekten lezzetini yitirmiş damağıma bayram ettiriyor. Zeytin anne elinden çıkma, onun sevgisiyle tatlanmış, tadına doyum olmuyor. Ben bu sofrada saatlerce oturabilirim. Öyle de oluyor.
Konu konuyu açıyor. Günlerce anlatsam konuşabilirim sanıyorum. Sekiz ayın suskunluğu çözülüyor birden. Ne bulursam anlatıyorum. Dinliyor öylece. Yorumluyor kimi zaman. Gülümsüyor daima. Ben bu yüze hasretim işte. Böyle dinlenmeye, böyle bakılmaya, böyle tebessüme muhtacım.
Her bir davranışı bir yaramın merhemi oluyor. Zerrece sakınmadan veriyor ilacını, ben kendimi dünyanın en zengin insanı sanıyorum. Lokman hekim gelse bu dermanı veremezdi bana.
Babamdan söz açmıyoruz söz birliği etmiş gibi. Sanki aramızda oturuyor, o da dinliyor konuşmalarımızı. Katılmıyor bize ama bizimle. Biliyoruz. Bir çay bardağı daha var tepsinin üzerinde. Kim için olduğunu hiç sormuyorum. O bardak babam gittikten sonra da sofradaki yerinden hiç eksilmedi.
İlk zamanlarında annemin bardağa çay koyduğunu da hatırlıyorum. Göz ucuyla çayın eksilip eksilmediğini kontrol ettiğini de yine gözlerimle görmüştüm. Artık çay koymuyor.
Birbirimize bakarak kahvaltımızı ederken nerden aklıma geldiyse Ali'nin yazlıktaki köpeğini soruyorum. Kaybolduğunu söylüyor ve başlıyor anlatmaya. "Çok anlayışlı bir köpekti o. Ben öyle bir köpeği bir de rahmetli babamda görmüştüm." Aslında annemin anlattıklarının çoğunu defalarca dinlemişliğim vardır ama her seferinde ilk kez dinliyormuşum gibi davranır, zevk alırım. Anlatırken yaşatmayı bilir. Devam etti sözlerine. "Babamın bir köpeği vardı, Samur, parlak tüylü simsiyah bir köpekti. Babacığım nerden bulup getirmişti bilmem ama bizim kapıda büyümüştü. Babacığım keklik, tavşan avına onunla çıkardı hep. Hem kekliği vurdu mu ne kadar ötede olursa olsun avın başında beklermiş babam gelinceye kadar. Babamla konuşurdu sanki. Beni pek sevmezdi. Biz keklik, tavşan etiyle büyüdük. Ondan bu yaşta hâlâ elimiz ayağımız tutar. Kekliğin kemiklerini Samur'a verirdi.
O da beklerdi öylece. Testi kabından yemeklik yaptıydı babacığım ona. Önüne koyduk mu ne cilveler yapardı. Sonra ben kaçtım ya babanla, deden küsmüştü o zamanlar. Uzun zaman kabul etmediydi bizi yanma. Olanları da başkalarından duydum. Babacığım ölünce Samur, mezarının başında saatlerce ağlamış. Sonra nereye gittiğini bilen yok. Bir daha gören olmamış. Sahibini kaybedince o da kayıplara karışmış. Ne sadık hayvandı o. İnsanlarda var mı bu sadakat?"
Bu hatırayı hiç dinlememiştim annemden. Her şeyini satır satır zihnime yazardım. Folklorculardan fazlaydı halk kültürü hakkındaki bilgisi. Hiçbir kitapta okumadığım masallara vakıftı. Dinlemek başlı başına bir zevk. Kim bilir bu seksen iki yıllık ömürde daha neler vardı zihninde gizlenmiş olan. Onu konuşturarak her şeyi öğrenmek istiyordum. Bildiği ne varsa ben de vakıf olmak için can atıyordum. O benim kaynağımdı, akarken testimi sonuna kadar doldurmaya kararlıydım. Konuşmaktan bıkmıyorduk. Geleceği geçmişi ortamıza dökmüş didikliyorduk. Yeni bir şey keşfettiğimde yazıyordum gözümün sağ üstüne. Nerden okumuşsam okumuştum sağ gözün üstüne yazılanlar kolay unutulmazmış. Unuttuğumuzda gözümüzü kaldırıp da sağ tarafa baktığımızda hemen olduğu yerde kıpırdar kendini haber verirmiş o bilgi. Ben de inanmıştım o zamanlar. Gözümün sağ üst yanını sürekli dolduruyordum. İşe yarıyor gibi geliyordu bana. Kim bilir belki de inanmak istediğim için öyleydi, inanmaya çok ihtiyacım vardı.
Kahvaltıdan istemeyerek kalktık. İki saati aşmıştı yârenliğimiz. Nasıl da akıp gidiyordu zaman. İnsan sevdikleriyle olduğunda tadına varıyor hayatın, zamanı unutup gidiyor. Zaman işte bir orada önemsiz kalıyor. Harcadığınıza da değiyor.
Sofrayı toparlamak istedimse de müsaade etmedi bana. Buruşuk elleriyle alıp götürdü tepsiyi önümden. Annelik başka şey. Kızının uzun yoldaki hâlsizliği bile yüreğine dert oluyor da kıyıp sofrayı toplamasına gönlü elvermiyor. Çaresiz gözlerle izledim ardından. Onunla söz savaşma girilmeyeceğini öğreneli seneler oldu. Sözünün üstüne söz istemediğini iyi bilirdim. Boşa kürek çekmektense, kendimi akıntıya salıverdim. Tutulacak buruşuk ellerin varlığından emindim çünkü. Bu, muhteşem bir duyguydu.
Bu evin kurallarından biri daha vardı ki gözümü açtığımdan beri değişmemişti. Kahvaltının üstüne içilen şekerli Türk kahvesi. Hiç değilse onu elimle yapıp önüne koyabilmek için peşinden seğirttim. İnsan yaşadığı yere benziyor. Oradan koparıldığımda bile benzemeye çalışıyor. Benzeyemediğini bildiği hâlde. Bu çaresizliğin en acı haliydi ve ben olmayacağını bile bile tırnaklarımla direniyordum.
Elbette bu konuda da itirazla karşılaşacağımdan hiç kuşkum yoktu ama ben de silahlarımı kuşanmış bir hâlde girmiştim mutfağa. Daha ağzını açmasına fırsat tanımadan çıkıştım şakacıktan. "Benim kahvem seninkinden daha köpüklü oluyor hiç inkâr etme boşuna. Şimdi bu güzel kahvaltının üstüne köpüksüz kahve zevk vermez değil mi Halim Hatuncuğum benim." Yanağından bir makas almayı da ihmal etmemiştim. Sesini çıkaramadı Halim Sultan. Bu, benim ona verdiğim isimdi. Halime'yi kısaltıp yanına sultanını ekleyince gurbetin uzaklığını kısalttım sanıyordum. Zaten gönlümün sultanı değil miydi! Halimdi gerçekten. Uysal bir kadındı annem. Annelerin sultanı...
Kahvemizi balkonda içmeye karar vermiştik. Dumanı üzerinde şekerli kahvelerimizi aramızdaki masaya bıraktım. Anneme baktım. Seksen ikisini sürüyordu, dile kolaydı tam seksen iki koca sene. Yüzü küçücük kalmıştı, zaten minik olan gözleri iyice ufalmıştı yüzündeki çizgilerin arasında. Burnu iriceydi, şimdi kırışık ve irice olmuştu. Minik bir ağzı vardı. Saçları neredeyse tamamen dökülmüştü. Kısa olan boyu hepten kısalmış geldi bana. Gençliğinde çok güzelmiş. Beni de hep annemin gençliğine benzetirlerdi.
Güzel olduğunu bildiğimden gururumu okşardı bu benzetme. Titreyen parmaklarıyla uzandı fincana. Yanında soğuk suyunu da hazır etmiştim. Yudum yudum içiyor ve bana bakıyordu.
Kahve saatlerimiz meşhurdu bizim. Babam işe çıkmadan önce mutlaka kahvaltısının ardından kahvesini içerdi. Şaşmaz bir kuraldı bu. Bizim evde gün hep erken başlardı. Babam emekli olduğunda da bu kural hiç değişmedi. Asker adamdı, alışkındı erkene. Annem de onu yolculamadan işe göndermezdi. Ardını sıvazlama âdeti vardı. Uğurlu geliyormuş babama, öyle söylerdi. O günlerden kalma kahve alışkanlıkları hep devam etti. Babam gidince bile.
Neler konuşulmazdı ki o yarım saatlik sürede. Terapi gibiydi o vakitler. Herkes içini dökerdi. Birbirimize normal zamanlarda söyleyemeyeceğimiz nice gizlerimiz ifşa olurdu. Utanmazdık, sıkılmazdık, gocunmazdık. Geçmişe ve geleceğe dair her şey masaya yatırılırdı ve işin ilginci çözülürdü de. Rahatlamış çıkardık bu kahve saatlerinden. Hâlâ kendi evimde de bu geleneği devam ettiriyorum. Babamsız kahvenin eski tadım bulamıyorum elbette. Tadı veren onun varlığıymış, gidince anlamıştık bunu. Dönüşü yoktu. Şekerli de olsa kahvemiz, yüreğimiz tatsızdı o gideli
Kahvelerimizi sessizliğimize ortak ettik. Aslında konuşmadan da anlaşıyorduk. Baba ocağımdaydım. Sadakatin sözde değil yüreklerde anlam bulduğu yerdeydim. Karşımdaki bu yaşlı kadın kocasına kırk dokuz yıl eşlik etmişti. Yaşasaydı bir o kadar daha seneyi göze alacağından hiç kuşkum yoktu. Bir erkeğe ömrünü vermek ve bundan hiç gocunmamak nasıl bir duyguydu merak ediyordum. Ben yirmi yıllık evliliğimin neredeyse her dakikasında söylenecek bir şeyler bulmuştum . Bir nedenle sürdürmeye çabaladığım eksiklik hiç bana göre değildi. Halkalı köle sayıyordum kendimi. Feministliğim pek ağır basar olmuştu nedense. Evliliğin bütün yükünü omuzlarıma yüklenmiş sanıyordum. İsyanlardaydım. Annem başkaydı. Babamın olduğu yerde de olmadığı yerde de. Gönül bağıyla bağlıydı kocasına. Kırk dokuz yıl... İnsan bir başka insana bu kadar yıl nasıl tahammül gösterir anlayamıyordum. İzahını bulamıyor, sihrini çözemiyordum. Bıkmaz mı, usanmaz mı, yorulmaz mı, sıkılmaz mı? Annemde hiçbirini görmemiştim. Babam onda sadakat duygusuydu.
Kahvesini bitirip fincanı bırakırken yüzüme baktı yine. "Ne düşünüyorsun öyle derin derin?" dedi. Düşüncelerimi okuduğunu zannedip endişelendim ama doğrusu geçiştirmeye de cesaret bulamayarak "Anne!" dedim. "Bir erkeğe kırk dokuz yıl katlanmak nasıl bir duygu, onu düşünüyordum." Sandalyesinde azıcık doğruldu, yüzüme uzun uzun baktı sonra eliyle masanın ortasında bulunan fesleğeni okşadı ve avucunu burnuna götürüp içine iyice çektikten sonra bana döndü. "Sen de elini sür bakalım bu çiçeğe." "Şaşkın bir hâlde dediğini yaptım." Şimdi çek o kokuyu iyice içine." Yine itaat ettim ona.
Enfes kokuyordu. Gülümsedi; "Bu kokuyu başka hangi çiçekte bulabilirsin?" Kendimden emin olarak yanıtladım hemen. "Başka hiçbir çiçek fesleğen gibi kokmaz." Tebessümü buruşuk yüzüne yayıldı, bakışlarım aydınlattı sanki, "işte kızım." dedi. "Ben hep fesleğen kokusunu sevdim. Gül de muhteşem kokar karanfil de ama benim tercihim hep fesleğendi. Her okşadığımda aynı kokuyu çektim içime. Baban benim ömrümün fesleğeniydi. Onun kokusunu başkasında bulamayacağımı evlendiğimiz ilk gün anlamıştan. Biliyor musun beni hiç yanıltmadı o."
Annem bir başkasına benzemeyecek kadar özel bir kadındı. Sevgisi de sadakati de sınırsızdı. Kim bilir belki Samur'u seneler sonra ona hatırlatan da işte bu duyguydu.
10 yıllık kasaptı. Çevresindeki hiçbir kasabın onun kadar iyi et satamadığı söylenirdi. Meraklı bir adamdı doğrusu. Satacağı hayvanlan büyük bir titizlikle seçer ve yine kendisi keserdi. Şimdiye kadar binlerce hayvan kesmiş olmalıydı. Müşterileriyle sohbet ederken:
— Benim için hayvan kesmek, karpuz kesmekten farklı değildir, derdi.
Kasap, yılların vermiş olduğu bu tecrübeyle koyunları beş dakika içinde, sığırları ise yirmi dakikada kesip parçalar ve canlı bir hayvana bakarak ondan kaç kilo et çıkacağını şıp diye söylerdi.
Fakat, ah şu kuzular yok muydu? Hele son zamanlarda onları kesmeye bir türlü eli varmıyordu. Kuzu eti isteyen müşterilerine:
— Bırakın şu hayvancıkları büyüsünler, diyordu. Başka bir et yeseniz ne olur sanki?
Eski müşterileri, kasabın bu sözüne hiçbir mânâ veremiyordu. Öyle ya, şimdiye kadar dükkândan kuzu eti eksik olmamıştı. Oysaki adam, bu sözleri boşuna söylemiyordu, çünkü kuzu denince, gözlerinin önüne birkaç ay önce doğan yavrusu geliyordu. Kıvırcık saçlı, siyah gözlü bir kızdı bu. Kasap onu, belki de ağzı alıştığı için “kuzum" diye seviyordu.
Aradan birkaç ay daha geçti. Kasap bu süre içinde müşterilerinin giderek azaldığını fark ediyor ve bunu, kuzu eti satmamasına bağlıyordu. Sonunda dayanamayarak:
— Aman yahu, dedi. Benden başka yufka yürekli kalmadı mı? Keserim olur biter.
Ertesi gün, diğer hayvanlarla birlikte bir tane de kuzu aldı. Önce danayı, sonra koyunu kesti. Bunları parçalarken son derece ağır davranıyor ve kuzunun kısa ömrünü, sözde birkaç dakika daha uzatmış oluyordu.
Sıra kuzuya geldiğinde, önemsiz bir iş yapıyormuş gibi aklına ilk gelen şarkıyı mırıldanmaya başladı. Aslında bunun bir teselli olduğunu gayet iyi biliyordu. Gidip kuzuyu kucakladı ve tek eliyle yere yatırdı. Kuzu, çelimsiz vücuduyla kendisine hiçbir zorluk çıkarmıyordu. Yanındaki bıçağa uzanırken:
— Ne yapalım, dedi. Sizin kaderiniz de bu.
Birden, kuzuyu tuttuğu elinde bir ılıklık hissetti. Acaba diğer hayvanları keserken, bıçağı eline mi kaçırmıştı?
— Herhâlde önemsizdir, diyerek eline baktığında donakaldı.
Hiçbir şeyin farkında olmayan kuzucuk, kendisini kesmek üzere olan elin küçük parmağını, annesinin memesi zannederek emiyordu. |
Sevgi | 3.8 | 4 | Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadının otobüse binişini içten gelen bir sempati ile izlediler..
Basamakları geçti. Bos olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu.. Çantasını kucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldır görmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık bir dünyanın içine düşmüştü. Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..
Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark'tı.. Mark hava kuvvetlerinde subaydı. Susan'ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Mark karısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen farketmişti. Ona yeniden güç kazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardim etmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseye bağımlı olmadan yasayabilmeliydi.
Sonunda Susan'ı isine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasıl gidecekti?.. Genelde otobüsle giderdi. Ama simdi koca kenti bir uçtan ötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile ise bırakmayı önerdi. Kendi isi tam aksi yönde olduğu halde.. İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da,
"Görmüyorum, artık hiçbir ise yaramam" diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Ama bir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farketti. Başkasına bağımlı yaşamın Susan'ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendi başına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan, o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi?.. "Otobüs" lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı..
"Nasıl yaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereye gittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başından atmaya çalışıyorsun.."
Duydukları Mark'ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağını biliyordu..
"Her sabah ve aksam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğu tek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu.."
Tam iki hafta Mark, Susan'ın otobüsünün arkasından gitti.. İki hafta boyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı. Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona nerede olduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi. Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona önde bir yer bile ayırırdı.
Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazır olduğunu hissetti.
Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçici eskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluydu Susan'ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati, desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yeniden hayata dönmüştü.. "Allahaısmarladık" dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa ters yönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçti Susan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu.. Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyordu iste..
Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisinin karşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre.. "Sizi kıskanıyorum bayan" dedi, şoför..
Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıpta edilecek nesi olabilirdi ki?.. "Neyimi kıskanıyorsunuz benim" diye sordu şoföre..
"Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoş bir duygu olmalı bayan" dedi şoför..
"Nasıl yani" dedi, Susan.. "Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay kösede duruyor ve siz otobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinize girene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elini sallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan.."
Mutluluk göz yaşları Susan'ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birden hatırladı.. Mark'ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem de öyle kuvvetli hissediyordu ki..
Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle bir armağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanın varlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. Sevginin aydınlatmayacağı hiçbir karanlık yoktu çünkü.. |
Sevgi, Zenginlik ve Başarı | 2.3 | 7 | Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlıyı görünce önce duraksadı, sonra onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti:
"Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız" dedi. "Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım."
Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu.
Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı: "Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz" dedi.
Aksam eşi geldiğinde kadın, karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. "Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler" dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. "Bir bakıversene dışarı" dedi. "Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve." Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı.
"Eşim geldi, şimdi evde" dedi ve onlara davetini yineledi:
"Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?" Kadının davetine, yaşlılardan biri yanıt verdi: "Biz hiçbir eve üçümüz birlikte gitmeyiz" dedi. Ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı:
"Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, Zenginliktir" dedi. "Bu yanımda oturan arkadaşımın adı Başarı, benim adım ise Sevgidir.
Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra Sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu: "Şimdi evinize gidin ve eşinizle baş başa verip, bir karara varın dedi. "İçimizden yalnızca birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin."
Kadın, Sevgi’nin önerisini eşine anlattığında adam, sevinçten göklere fırladı.
"Aman ne güzel, ne güzel" dedi.
"Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden Zenginlik'i davet ederiz ve evimiz de bir anda Zenginlik'e kavuşmuş olur. Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. "Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?" dedi.
Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi: "En doğru karar, Sevgi'yi davet etmek değil midir?" dedi. "Düşünsenize, evimiz bir anda Sevgi'ye kavuşacak.' Gelinin bu önerisi, kayınpederinin de, kayınvalidesinin de çok hoşlarına gitti.
"Tamam, en doğru karar bu olacak dediler. "Sevgi'yi davet edelim..."
Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu: "İçinizde hanginiz Sevgi'ydi?" dedi. "Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun..." Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı.
Arkadaşları da ayağa kalktılar ve Sevgi’nin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, Zenginlik'le Başarı'ya sordu: "Siz niçin geliyorsunuz?" dedi.
"Ben yalnızca Sevgi'yi davet etmiştim. Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler: "Eğer içimizden yalnızca Zenginlik'i ya da Başarı'yı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik" dediler. "Fakat siz Sevgi'yi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize." Ve kadının "Niçin?" diye sormasını beklemeden, Zenginlik ve Başarı sözlerini şöyle sürdürdüler:
"Çünkü Sevgi'nin olduğu her yerde, biz Zenginlik ve Başarı da her zaman, onun yanında oluruz." |
Siyah Duvar | 3.4 | 10 | Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylasan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.
"Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak bos, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya"
Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar, iste o anda duvar kenarındaki adam düğmeye bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, iste bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.
Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.
Başını kaldırdı ve pencereden baktı;
"Simsiyah bir duvar". |
Stanford | 0 | 0 | Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti.Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harward gibi üniversitede ne işleri olabilirdi ? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.
Yaşlı kadın çekingen bir tavırla,"Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.
Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı.
"Sadece birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek !.. Olacak şey miydi bu ?
Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward`da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle,
"Biz Harward`da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harward`a bir bina yaptırabiliriz".
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,
"Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz ? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş ? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı.
Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California`ya, Palo Alto`ya geldiler. Ve Harward`ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika`nın en önemli üniversitelerinden birini... STANFORD`u... |
Suyu Taşırmayan Gül Yaprağı | 0 | 0 | Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı.Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. |
Tilki ve Tavşan | 3 | 2 | Bir bilge yanında öğrencileri ile birlikte gezinirken tilkiden kaçan bir tavşanı gösterir ve şöyle der:
- Eski bir hikâyeye göre tavşanlar tilkilerden kaçarken daha hızlı koşarlar.
- Hayır, tilkiler daha hızlı koşarlar.
- Ama tavşan tilkiden kurtulacak, der bilge.
- Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz:
-Çünkü tilki sabah kahvaltısı için, tavşan ise yaşamı için koşuyor. |
Vefa | null | null | Japonya'da yaşanmış gerçek bir olay şöyledir: Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken, orada dışardan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce.
Muhtemelen bu çivi 10 yıl önce, ev yapılırken çakılmıştı. Peki nasıl olmuş da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamayı başarmış ? Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamak çok zor olmalı.
Böylece adam çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye başlar. Sonra nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkele gelir ağzında taşıdığı yemekle... Adamı sersemletir gördüğü manzara. Bu nasıl bir sevgi? Ayağı çivilenmiş kertenkele, 10 yıldır diğer kertenkele tarafından beslenmektedir... |
Yaban Kazları | 0 | 0 | Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. araştırma sonucunda su verilere ulaşmışlar;1-) "V" seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece "V" seklinde birformasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.2-) Bir kaz, "V" grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.3-) "V" grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.
4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinçve takdirle karşılamalıyız.
5-) Gruptaki bir kus hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardim etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar.Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil.... |
Yaşlı Çoban ve Elma Ağacı | null | null | Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:“Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık”.Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kuran´ını okumaya koyulurdu.
Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı.Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı.Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :“Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi.”Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.
Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :“Canım” dedi, hıçkırıp ağlayarak.“Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan´ın ilk günü olduğunu ?” |
YOLUMUZDAKİ ENGELLER | null | null | Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.
Bakalım neler olacaktı? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve kayayı itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde ...”Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir,” diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
“Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır ..” |
Yüreğinin Anahtarı | null | null | Bir zamanlar ülkenin birinde Polya adında çok genç ve çok güzel bir prenses varmış.Kral babası yatalak hasta olduğu için bu prensesi kraliçeliğe hazırlamak istemişler. Ülkenin bütün bilgeleri çeşitli dersler vererek prensesi hızlı bir eğitimden geçirmişler. Bir süre sonra kralın baş danışmanı onu sınavdan geçirip kraliçe olabileceğine karar verir.
Prenses bu sınavdan sonra baş danışman tarafından bir büyük odaya alınır. Bu odada farklı renklerde 15 kapı vardır. Baş danışman prensese der ki:
"Kraliçe olduğunuz zaman ülkeyi bu 15 kapının ardındaki bilgi ve hazinelerle yöneteceksiniz,Aslında bu 15 kapının 8' i iyiliklerin kapısı, 7' si kötülüklerin kapısıdır. Buyur anahtarlarda burada."
Prenses Polya sorar: "Peki ama anahtarların hangisi hangi kapının bunu nasıl bileceğim?"
Baş danışman cevap verir: "Prensesim eğer yüreğiniz iyi ise eliniz iyilik kapılarının anahtarına gider.Yüreğiniz bozuksa eliniz kötülük kapılarının anahtarlarına gider.Yüreğim nasıl iyi olur nasıl bozulur?"
İhtiyar baş danışman gülümser: "Prensesim bilgelerin nasihatlarını dinlerseniz yüreğini iyi olur,Yağcıların övgülerine kulak verirseniz yüreğiniz bozulur." |
Turkish Short Stories Dataset
This dataset contains Turkish short stories with their ratings and vote counts.
It has total of 12256 words in both title and content across all 28 stories.
Scraped from yabancilaraturkce.com.
- title: The title of the story
- rating: User rating of the story
- vote_count: Number of votes received
- text: The story content
- Downloads last month
- 28