poet
stringlengths
3
47
title
stringlengths
1
168
poem
stringlengths
3
159k
Charles Bukowski
Yüze Göze Bulaştırılmış Bir Üşengeçlikten Notasyonlar
bir kadın geçiyor yanımdan ona bakıyorum ve biliyorum ki varlığından düşünce ve kurtlar silinmiş anlamıyor başarılı erkeklerin ne kadar hayvan olabileceğini bilmiyor formül tembelliğine yakalandığını pis bir ikindi vakti pis bir mutfakta oturmuş onu seyrediyorum portakal ve Cadillac'ları düşleyerek yürüyor beynimde bir palmiye ağacına atıyorum kadını madden tecavüz edip manen tükürüyorum gözüne gerçekte küçük bir çocuğun umumi bir helaya yazdığı birkaç sözcükten başka birşey olmadığını görüyorum bu sayısız ve şok edici kavrayışlar bu pislik hayat teni beyaz ve sarkmış mor bir külot var kıçında işte bundan çıkıyor savaşlar büyük tablolar intiharlar harpler kayabilim ve münzeviler.
Ahmet Zeytinci
Yüzerken
Çok küçük yaşlarda tatil amacı ile gittiğimiz Avşa Adasında öğrenmiştim yüzmeyi henüz altı yedi yaşında iken. Çocuklarımda benim gibi çok küçük yaşlarda öğrendiler. O zamanlar bu kadar fazlada insan yoktu memlekette, dolayısı ile tatil yerleri de bu kadar hıncahınç kalabalık değildi sakin sakin yüzülürdü, o simitler ve şamriyel lastiklerdi daha çok kullanılan, bazıları da köpükleri bağlardı beline öyle yüzerdi... Her ne kadar iyi derecede yüzme bilsem de yanımda kimse olmadı mı fazla açılmayı sevmem. Denizde sulu şakalar yapmaya bayılırım fazla dozajını kaçırmadan. Adamlarda, yani arkadaşlarım haliyle kızıyorlar bana ’’Her taraf su zaten bir de sen ortalığı sulandırma’’diye... Yüzdük yüzdük, dubaya çıktık üç beş arkadaş, bayanlar da var aramızda ’’Yahu duydun mu geçen gün balıkçılar bir mil açıkta beş metre boyunda köpek balığı yakalamışlar’’ bayanlardan ’’Oooo! Aaaaa! Hadi yaaaaaaa! ’’ sesleri, sonra şaka şaka deyince bana bir sürü sitemler ’’Ya Ahmet bey çok kötüsünüüüüz bunu hep yapıyorsunuz.’’ ne yapayım huyum kurusun siz de aynı şakayı hep yiyorsunuuuuz... Bazen ufak göletlerde de yüzdüğümüz oluyor balığa gittiğimizde arkadaşlar ile gölde yüzmek haliyle denizde yüzmekten daha zor ve meşakkatli, geçenlerde yine gittik bir göl kenarına ’’Ollum buraya geçen sene kimselere çaktırmadan yavru piranhalar atmışlar haberiniz var mı’’dedim. Adamların göletten bir çıkışı var ki sormayın gitsin... Yine bir göl kenarında sabahın erken saatlerinde avlanıyoruz.? ’Geçen şu yüz metre ilerde ki sazlıklarda on iki kollu ahtapot yakalamışlar balıkçılar’’dedim. Bazısı yedi? ’Hadi ya’’dedi, kimi de yemedi? ’Bırak bu ayakları Ahmet abi gölde ahtapot olmaz yeme bizi’’ dedi... Yine bir gün bizim ayakkabıcı meslektaşlar ile vardık bir göl kenarına, ufak motorumuzda var benzin ile çalışan, gölün orta yerine doğru açılıp bazen kaşık atıyoruz bazen durup durup olta sallıyoruz. Döndüm arkadaşlara size bir iyi bir kötü haberim var dedim. İrkildiler biraz söyle dediler önce iyisini ’’Oltaya büyük bir balık vurdu galiba’’dedim. Eee şimdi de kötüyü söyle dediler ’’Benzinimiz bitti oğlum benzinimiz gölün ortasında kaldık böyle sap gibi artık iki saate kadar kürek çeke çeke döneriz kıyıya’’dedim, başlarından aşağıya kaynar sular döküldü nerede ise. Köpürmeler küfürler gırla gidiyor. Sonra şaka olduğunu söyleyince derin bir ohhhh çektiler, bu seferde onlar beni nerede ise suya atacaklardı, yalvar yakar kendimizi affettirdik şunu ısmarlarım bunu ısmarlarım diyerek... İşte böyle bizim yüzme öykülerimiz. Siz siz olun denizde şakayı çok fazla abartmayın. Yüzme de bilmiyorsanız eğer girilmeyecek yerlerde denize girip de ailenizi elemlere gark etmeyin...
Bahri Karaduman
Yüzlerde Kaybolmak
özlem aşk ister sevgili aşk büyütür özleyişleri yürek borcu kan damlası yoğrulursun kendi kederinle ıssızlaşır yaşamın yaşadığın yalnızlığındır yorgun düşersin düşlemekten geceler karanlığın gözleridir senin için sabah yeli yeni sancılar üfler yüzüne gün yeni doğumlarıdır yaşlı yüzlerin yüreğin yeşerme umudunu yitirmiş boz topraklar gibidir yazgı değişmez bir türlü özlem büyür yalnızca aşkın seninledir çoğalmıştır kan damlaları yankısı bile kalmaz sesinin tükenir yok olursun kendi içinde yürür gidersin sen de zamana karışmış tüm insanlar içinde
Ali Nihat Özer
Yüz Yıl Önce Yüz Yıl Sonra
Bir derde düşşen bile - Ne gam, ne üzül gönül. Gülmek istesen bile - İki ağla bir gül, gönül. Bilirsin dünya fani - Sen de fanisin yani, Yüz yıl öncesi hani? - Hep aldı ecel, gönül. Çalışıp yorulmadan - Her şeyi hazır bulan. İki günü bir olan - Aldanmıştır, bil gönül. Alem ne derse desin - Bir misafir yerdesin, Yüzyıl sonra nerdesin? -Bil, kendine gel gönül! Göç yakındır, hazırlan! -Birkaç tahta, hasırlan Gitmek için huzurlan, - Gel; ölmeden öl, gönül! .. http://alinihatozer.blogcu.com
Enis Batur
Yüzler, Altı
Onca çil, yaz güneşi.Mat tenin gözenkleri tuzlu su yollarına açık, gözleri balkıyor çıkarır çıkarmaz gözlü....................
Cemal Karsavran
Yüzler Güler Çamoluk’ta
Hizmet sevdasıyla başlanılan Kararlı girişimci ve usta ellerde Her proje bir aşktır şehrimize Yakışır yapılan her iş ilçeme İyi ve kötü günde halkın yanında İnsan ve yaşam kalitesi ön planda Azmetmek ekip kurmak güvenmek Çocuğundan gencinden yaşlısına Bir imecedir başlanılan bu çalışma Turizm sağlık eğitim hizmet için Çalınan her kapıdan halkla el ele Çamoluk sevdasıdır anlam bulan Bu ne güzelliktir Bay Akarçeşme Allah sağlık versin el emeğinize Bir sevda yaşar bu yarımada da Yüzler güler Çamoluk’ta 28-12-2014
Mustafa İleri
Yüzler kapkara
Sarmış dört yanımı kin ve nefret Kırık dökük hayaller perişan Çaresizlikten kıvranan insanlar Bir çare halleri berbat mı berbat Karanlık dünyaları gözleri kör etmiş Şeytan kurmuş düzenini oyunda Perde arkasında yüzler kap kara Nefret ve kinin hakim düzeni Söyleyin bu alemde ne işe yarara 28.08.2003 Yeni çiftlik
Necdet Uçan
Yüzeysellik
sahte yüzeysel günübirlik çıkar üstüne kurulu ilişkilerdi derinliğe ve sevmeye engel Eylül 2014
Ömer Faruk Hatipoğlu
Yüzlerce Yıl Yeşil
yüzlerce yıl yeşil gözlerine baksam kırpmadan yaşartmadan uyumak beynimin inilmez kuyusundan çekilse kirpiklerinle alınsa taze badem kabuğu gibi gözlerimden ne büyük bir yitim gözlerin varken gözlerimi yummak büyütülse büyütülse günün doğuşu gibi çevren'den çevren'e gök kubbe yeşil gözlerin sarı saçların çiçek yaprak rüzgârı göğsün bahar uzansam yağmur kokun çalsa çevren'den çevren'e gök kubbe yeşil gözlerin günün batışı yok yüzlerce yıl yeşil gözlerine baksam yüzlerce yıl yeşil ölür müyüm
Yusuf Bilge
Yüzer Gezer Oy Temsil
Bütün yelkenler fora, tayfun çıkarsa derdest; Politik pokerciye bilöf mü? ! Restine rest! .. Demir çokkaldan kavi dokunulmazlık zırhı, Meclis güvertesinde karambol atış serbest... * Çokkal: Savaşçı zırhı. YUSUF BİLGE 18 Temmuz 2012 Çarşamba-İstanbul
Hakan Kurtaran
Yüzerek Geçip Gittim
YÜZEREK GEÇİP GİTTİM ========================= Her gördüğümde seni, o gözlerin takılır, Sema’nın ortasından, göğe çivi çakılır. İşte o bakışlara, şu kâinat yakılır, O mavi gözlerinden, yüzerek geçip gittim! Kirpiklerin takıldı, gözlerinde yüzerken, Göz pınarların taştı, beni bende süzerken. Suskun yürek elinde, dudak bükük büzerken, O mavi gözlerinden, yüzerek gelip geçtim! Mavi mavi bakarken, atladım yar içine, Sorularsa ardarda, söyle neden niçin’e Dalgaları vururken, aldırmadım hiç’ine, O mavi gözlerinden, yüzerek geçip gittim! Doldum göz bebeğine, var olurken sen bende, Karışmış bu bedenler, hep hissettim bu tende. Öyle kara sevda ki, kimyası da şu fende, O mavi gözlerinden, yüzerek gelip geçtim! Deniz mavisi gözler, masum masum bakarken, Şimdi içim burkuldu, gözyaşların akarken, Kor yangınlar patladı, şu yürekte yakarken, O mavi gözlerinden, yüzerek geçip gittim! Söylerken aşk şarkısı, sözlerinde mimlendim, Kadir kıymet bilmeyen, âşıklara kinlendim. Kaşların hilalinde, yüzerken de dinlendim, O mavi gözlerinden, yüzerek gelip geçtim! Yalan söylemez gözler, gölgesinde yaşarken, Kalbin aynasıdır o, dolu dolu taşarken. Çığlık atar içinde, gün ufuktan aşarken, O mavi gözlerinden, yüzerek geçip gittim! Hakan KURTARAN 20.06.2008-Aydın
Serkan Çardaklı
Yüzleş
üzülme, çaresi yok bu yalnızlığın yaşanacaksa eğer alıştır kendini iyice, unutma, korktuğu zaman değil cesaret ettiği an yüzleşir insan her şeyle.
Mehmet Ekici (taha)
Yüzleşme
Ölümün elinden kaçarsın sanma Ne olur hayaller kurup aldanma Ekim 2005, Aksaray
Mehmet Tevfik Temiztürk
Yüzlerde Tebessüm Olunca Saygı Daha da mı Artıyor?
Bu ne yazık ki böyle, tebessüm gerekiyor, Yüzün gülmüyor ise saygı gösterilmiyor… Yapmacık gülme ile bu iş zorlasan olmaz, Yüzde tebessüm varsa istesen de asılmaz… (2011)
Cahit Zarifoğlu
Yüzlerin İnce Lifinde Korku
İlk teksif harbin kazdığı çukurlara Adım başında ğöğsü parçalanmış gözleri hâlâ canlı bir ceset Enerji geliyor elektrik kaynıyor sulardan Toprak insan Karmaşık soru bir çabuk cevap Kimbilir nasıl çikilotalarını yarıda bırakacaklar İki ucundan da elleri ısırmış Bütün kan rezervleri boşalmış damarlar Yalnız kalmış Şimdi koşacak meydanları kim Asırlardır söylenen bir isyan susacak nasıl Kendini ara bul getir şiddetle kucaklaşalım Dudağımın altına koy adını Uluslararası çınlayalım çölden ormandan Uçurum başlarından kumsallardan Adımıza hazırlanmış bir mesaj olmalı Ağzını aç ağzını kapa Gözünü aç Toprağa bak Bir de insana Hayat enerjilerinin sokağımızda koştuğu bir mahalledeyiz Evimizden el etek çekilmiş Durmuş insan çok akıllanmışsa eşya Deniz bu sancıyla kabuk bağlayacak çalkalanaraktan Halkın yaşamak marşını dinle Kafiyeleri dünyanın o son ilerleme kitabı Alınlarında ise saçlarına yakın bir iz Cemaatın ayakları biçiminde Ondört asır önce gergeflenmiş Halılar kilimler renginde hasır mühürler Nasıl kullanırlar yüzlerinin ince liflerini böcekler Sanki bunlar Toprağın başında duran insanlar Binlerce ayıyı birarada görmüşler Dehşet an meselesi Tuzağa ramak kalmış Ahret kıl payı Şimdi yüzlerin ince lifleri kımıldıyor İşte bir memnunluk tümseği Sonra bunun süreği ve zaman geldi Korkulu bir mutluluk tırmanıyor İklimleri
Abdullah Oral
Yüzleşme
YÜZLEŞME Kaç gündür yatarım kimsem yok gelsin Dağların rüzgarı eksildi mi ne Gayrı her şey kendi içine döner Özveri hoşgörü asıldı’mı ne Ya ne oldu iyi gün dostları yok Değimliydi sevgi biz insana hak Rüyamıydı her şey bende bir ahmak Yoksa dost sohbeti kesildi mi ne Herkesin geliyor ağası beyi Dostsuz garip gönlüm yıktı neşeyi Kırıp incitmedin ki hiç kimseyi Sevgi pınarları kısıldı mı ne Sustu telefonlar gayrı çalmıyor Kime başım eğsem selam almıyor Bir intizar olsun oda gelmiyor Günahım sevaptan düşüldü mü ne Belleğim düşünme kıvırıyon çok Desene Vurguni sevenin hiç yok Yalnızlık laiğin bunlar sana hak Yoksa bütün yollar aşıldı mı ne Ankara eğitim hasta hanesi 29 12 2005
Tuğrul Pekel
Yüzleşme
Genç adam omuzlarını esnetmeye çalıştı. Olmadı başını hızla sağa, sola salladı. Boynundan gelen kütürtüler. Memnun,memnun rahatlamasına sebep oldu. Pencerenin önüne gelerek,tülü kenara çekti. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Yüzünü iyice cama yasladı. Aşağıda miyavlayan kedi yavrusunu görmek için çabaladı. Ara sıra ileri doğru uzattığı patisini görebiliyordu. Dönerek sırtını cama yasladı. Dili şap gibiydi.Ağzını suyla çalkaladı.Hala başı kazan gibi ağrıyordu. Ne yaparsa yapsın, akşamdan kalmanın ağırlığını üzerinden atamamıştı. Mutfağa geçerek cezveyi ocağın üzerine sürdü.Aç karnına bir sigara yaktı.Ve derin bir nefes çekti. Ayaklarının yerden kesildiğini sandı. Bir nefes sigaranın kendisine bu kadar etki yapacağını hiç düşünememişti. O gideli tam doksan gün olmuştu. Doksan tane yirmi dört saat. O günün akşamı hala zihninde taptaze duruyordu. Nasıl unutabilirdi ki. Ne bir not, ne de bir mektup. Öylece bırakıp gitmiş. Çılgına dönmüştü ondan kalmış bir iz bulabilmek için her tarafı aradı.Çekmeceleri, dolapları karıştırdı. Divan altlarını yokladı. Sanki bu evde böyle bir kadın yaşamamıştı. Pes etti.Yenilmenin verdiği üzüntüyle, odanın ortasında kalakaldı. Omuzları düştü,kolları daha uzun görünüyormuşçasına sarkarken vücudunun kendisini dinlemeyip iflas ettiğini o an anladı. Gözünden yaşlar sicim gibi akıyordu. Beyninde sadece bir tek cevabı verilemeyen soru vardı./ Neden? / Sarsak adımlarla yürüdü, ve merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Dışarıda bu günkü gibi yağmur yağıyordu. Aylar sonra ilk defa meyhanenin yolunu tuttu. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamıştı. Yanında o olmadıktan sonra, yaşanmış hayat, hayat değildi. Cezvenin taşmasından çıkan cızırtıyla kendine geldi.Hayretle ağladığını fark etti. O günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini anladı. Zaten değiştirecek gücüde kalmamıştı. Avuç içi kadar ufacık olan daireyi, ne zorluklarla bulmuşlardı. Hayatının en güzel günlerini onunla beraber yaşamıştı. Hayat oydu, yaşam oydu, onun olmadığı yerde kendisinin hiç olduğunu biliyordu.Mutfaktan çıktı ve yatak odasına geri döndü. Son zamanlarda bir haller olmuştu. Geceleri uyuyamıyordu. Uyusa bile sabahları hiç kıpırdamadan uyanıyordu. Rüyalarında hep onu görüyordu, sarmaş dolaş yatarken. Bazen sabahları uyanınca yastığı okşuyordu. Onu okşar gibi. Günlerce neden terk edildiğini anlayabilmek için kafa yorup durdu. Sanki bir anaforun içine düşmüş,dönüp duruyordu. Kafasının içinde bir sürü soru dolaşıp durmasına rağmen,hiç birini cevaplayamıyordu. Kahveyi içince kendini biraz daha iyi hissetmeye başladı.Üstünü giyindi ve dışarı çıktı. Yağmur dinmiş bembeyaz bulutların arasından güneş yüzünü göstermişti. Minik kedi yavrusu önündeki çöp parçasıyla oynamaya devam ediyordu. Bu gün işe gitmemeye karar verdi./Artık hiçbir şey düşünmeyeceğim./ Dedi / onu bile / Acaba gerçekten içinden çıkarıp atabilmiş miydi? Unutmak o kadar kolay mıydı? Birden aklına onunla yapmış olduğu bir konuşma geldi. O sormuştu:...Dünyada en güzel şey nedir? Hiç düşünmeden soruyu yanıtlamıştı:...Sevmek Arkasından ikinci soru geldi....Ya sonra? ...Sevilmek. Dedi genç adam. Genç kız yeniden sordu:...Neden sevmek sevilmekten daha güzel? Genç adam soruyu rahatlıkla cevaplamıştı....İnsan,sevdiğine, sevildiğinden daha çok emindir. Sokağı baştan sona yürüyüp geçti. Köşeyi dönüp. Gözden kaybolurken, genç adamın yüzünde beliren gülümseme aldığı bir kararın sonucumuydu, yoksa geçmişten kalan bir alışkanlık mıydı bilemeyiz ama o şunu çok iyi biliyordu. Gerçekten sevmişti. Sevildiğine emin olmasa bile. 19-09-2005 Pazartesi Tuğrul Ahmet PEKEL
Emir Kaptan
Yüzleşme
Sen seni birde benim gözümden görsen Aşık olur kimselere göstermezdin kendini Kıskanırdın deliler gibi kendinden kendini Sen bir görsen benim gözümden kendini Deniz gözlerine baksan derinden Dalar gidersin çıkamazsın içinden Kapılırsın girdabına çeker seni derine Lacivert mi türkuaz mı mavimi derken Sen seni birde benim kulağımdan dinlesen Şarkı mı şiir mi türkümü duyduklarım dersin Yüreği yakan ılık nefesli billur sesin İçimi ısıttı yarap aşığım bu sese dersin Sen seni birde benim ellerimle tutsan Ne kadar yumuşak ne kadar narin dersin Ellerin deyince tenine rüyada mıyım deyip Bu rüya hiç bitmesin diye dualar edersin (BANDIRMA 08/03/2000 02:00)
Rabia Balaban
Yüzleşme
Sana sevda demek ömrü törpülemekmiş. Dirhem dirhem bitirmek, tüketmekmiş. İpek dokuyan zehirli bir örümcek edası ile sardığın ömrümde çepe çevre kuşatılmışlığımı sorguluyorum bu gün. Senden yadigâr ağulu acılarım var, okyanusun en derinlerinde yüzen fosforlu balıklar gibi karanlığa rağmen zihnimi anlık aydınlatan anılarım var. Yeni yetme gözyaşlarımla seninle baş etmeye çalışan çocukluğum, şimdi sırtımda taşıdığım en köklü yorgunluğum. Sen benim vazgeçmişliğimsin. Kendimden vazgeçip sen olmuşluğum… Ne kaçabileceğim nede yenebileceğim teslim olmuşluğumsun Sen benim yaşamın tekdüzeliğine inat tutunduğumken Alaşağı ettiğin ömrümde Beni bana öldürtüp Ve tüm faili meçhullerini üstüme yıkıp Solgunluğum Umutsuzluğum Sıradanlığım olmuşsun… Rabia Balaban Ay
Ahmet Akca
Yüzleşmem
Haticem'e Aynaya baktım Tipimi beğenmedim birden Gözlerimde korkaklığımı görüyorum Gülümsemem kayboluşumun haritası Ağzımı açamayışım Söyleyecek söz bulamayışımdan Ne yaşadıysam hoyratça Bir o kadar da ölmeliyim (10.01.2007) SİVAS
Elmas Çalış
Yüzleşme
İnsan bir kere kırıldımı sevgiden söz açıldı mı Hiçbirşey eskisi kadar içini ısıtmıyor Ve eskiden gelen hiçbir istek artık şimdilerde sahip olunmuyor.. Çok mu beklenti içine giriyor yoksa insan Hayat neden daha çok anlaşılmaya zorluyor.. Dakikaların saatlerin uygunluğu için boşa harcanmış günleri, Ne telafi edebilirdi ki beklenen hala umut edilense? Derdini yazarken birde söylerken bir daha niye dertlenir ki insan? Hep anlaşılmamak hep çaresizce kalmak mı tüm endişe? Keşke derinden gelen bir nefes gibi kucaklayabilseydin beni.. Hissetirmeden her an yaşamak için şart olsaydın bedenimde.. Keşke düşlerimden öteye geçebilseydi yüzleşmelerim seninle.. Neden ağlar ki insan boş yere? Elmas çalış
Yakup Icik
Yüzmilyonlarca Yıldız Sana Amade
Bak sevgili, mor gece bekliyor açmışta nevresimini Yüz milyonlarca yıldızlı konaklama amade aşkımıza O ince belini heyecanla sarmaya hasret şu kollarım Pembe safağı, ıslak nefesimizin tenimizdeki çiğlerine.
Şükrü Erbaş
Yüzü Yağmura Gömülü Düşüm
Duruşun bir ayrılık resmi çiziyor Akşamın incelen sularına Susuşun yıkıyor beni en zayıf yerimden Bilmez miyim içindeki kederi Yüzü yağmura gö....................
Mehmet Yücel
Yüzmüze Gülsün Diye Hayat
yüzümüze gülsün diye hayat bu ne şaklabanlık yılışıklık oysa komedyen de değiliz komik olamak adına komik duruma düşmüşüz yine de sırıtmıyor hayat sıkmış dişlerini ısıracak gibiyken biz ha güldü ha gülecek peşinde yüzümüze gülsün diye hayat gecemiz gündüzümüz belirsiz bekliyoruz can siper bekçi miyiz asker miyiz taşıyoruz yesinler içsinler diye garson muyuz uzun bir parkurda koşuyoruz gülüyor maratoncu acı acı elinden alacağız diye mesleğini yoksa maratoncu muyuz yüzümüze gülsün diye hayat ille seviyoruz özlüyoruz özlem tüttükçe buram buram üzülüyoruz alışkanlık tutku vazgeçmek bilmiyoruz gülmesi gerek diye yüzümüze gülsün diye hayat verdiği ömür kredisini har vurup harman savurduk yarınların belirsizliğine inanmadık hırçınlaştık sanki hayat bize baki sandık yüzümüze gülsün diye hayat mutluluk denen kelimeyi icat ettik sorduk mutlu musun kimi evet dedi kimi hayır dedi kimi anlamını sordu mutlu nedir diye sonra düşündük düşünmemiz gerekenleri iş işten çoktan geçmişti ok yaydan çoktan çıkmıştı yüzümüze gülsün diye hayat tutunacak birşeyler aradık boşluğa düşünce ağladık güya ağlayınca gülmesini sağladık belki güldü o gülüşte başka gülüştü yüzümüze daha fazla gülsün diye hayat gülen yüzümüzü feda ettik farkında olmadan sardı duman gözyaşları ertelenmişlere feda oldu iliklerimizdeki gerçek insanlık kahroldu eğildik eğiklerin önünde diklendik eğilmemişlere
Kağızmanlı Cemal Hoca
Yüzü Ağ Divanda Yaz Bizi Bizi
Hazret-i Ahmed’e eyledin ümmet Affeyle gufranda yaz bizi bizi Sen erhamsın bize eyle merhamet Bu dem bu devranda yaz bizi bizi Biz mücrim kulunuz ey lutfu bol şah Kullar beşer, dâim işimiz günah Dedin “lâ-taknetû min-rahmetillah” N’olur bu beyanda yaz bizi bizi Cemâl Hoca kulun mücrim günahkâr İlahi sen bizi eyle tevbekâr Setr eyle aybımız kılma âşikâr Yüzü ağ divanda yaz bizi bizi
Şakir Alimoğlu
Yüzsuyu Göğe Çekildi - RAHMETLİ ZEKİYE NENEM NUR İÇİNDE YAT
Ahlâk kalmadı şimdi insanlarda Ne kadir kıymet bilen var Ne hatır gönül Ne de ahde vefa kaldı Oysa böyle miydi eskiden Bir sevgi, bir saygı vardı Herşeyin ölçüsü Para, para, para şimdi Ama kirli, ama haram Para, para, para varsa yoksa Eskiden bir lokma, bir hırka der Haline şükrederdi insanlar O eski topraklar nerde şimdi Moda oldu utanmazlık, ahlâksızlık, hırsızlık Yüzsuyu utancından göğe çekildi 08.04.2003 - ANKARA _____________Âlimoğlu___________
Yusuf Sinan Berber
Yüzük Meselesi 2
öptüm dudaklarından sigaramın filtresini, o zamanlar filtreler ve izmaritler anlamlı ve birbirlerine sevdalı, şarkılar rakılıydı, sofra bezi güncel olmayan gazetelerden olurdu, hep kadehin altıda denk gelen güzel bir kadın fotoğrafı vardı, ve genelde yemek yenen tabakların kenarlarına tokluğun külleri bırakılırdı, insanlar bu kadar yalan söylemez, verilen sözler yerlerinde sabit dururdu, çocukken bende yalan söylemezdim, şimdi yalan söylenmesi gereken bir zamana aitim, o yüzden toplumun içine dışlıyorum kendimi, benim çocukluğuma denk gelir o zamanlar sarhoşum ama net bir şekilde hatırlıyorum, sigaramın filtresine asılıyorum, bebekken gece ağlayarak uyanıp emdiğim anne memesi gibi, he bir de, yüzük meselesi var... aman neyse yahu ben bunları konuşmak için artık çok yaşlıyım... it oğlu it!
Adnan Şahin
Yüzüm Gülmedi
Sevgiden yana hiç, şu yüzüm gülmedi Kanayan göz yaşımı,bir seven silmedi Gülmek haram oldu,virandır bağlarım Dinmeyen acılarda, ben hergün ağlarım Doktor derman bulamaz acı gözükmüyor Rontgen,filim, tahlil inan bana yetmiyor Sardı her yanımı görünmez bin sevda acısı Ağlasamda feryat figan dinmiyorki sancısı
Hasan Sancak
Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile
Bu işler gönül işi El eli birleştirin Yurdumun huzurunda Sevgiyi yerleştirin Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile Çürük bina ve eşya Yapalım iyisini Bunları yapmaz isek Kaybederiz hep teni Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile Birlikte mücadele Eğitim hep eğitim İyice düşünülsün Yapılmalı öğretim Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile Kapılmayın telaşa Ne yapacağını bil Konuşsun doğruları Hem aklımız hem de dil Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile O ölümün nefesi Yüzümüze dolarken Sizlere söylüyorum Davranmalıyız erken Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile Binayı çürük yapan Yuh olsun mahlûklara Hasan diyor açtırdı Kalplerde büyük yara Yüzsüzlüğü engelle Mutluluk gelsin dile
Bahattin Tonbul
Yüzüm
Yüksek yerlerde hiç, gözüm olmadı Ufak mutluluklar, arıyor özüm O saflıkta gülüş, bana doğmadı Çiçek gibi doğmuş, parlıyor yüzüm Mutluluk dilerim, küçük şeylerden Gözüm hiç olmadı, o hey heylerden Çocukca gülüşler, umut beylerden Çiçek gibi doğmuş, parlıyor yüzüm Bahçede ağacı, kesilmiş çimler Misgibi kokuyor, kırmızı güller Çıplak ayaklarla, doldu o simler Çiçek gibi doğmuş, parlıyor yüzüm Ruhuma dokunan şarkılar söyler Akordu bozulmuş, yaşlanmış beyler Maskelerden uzak, yüzleri neyler Çiçek gibi doğmuş, parlıyor yüzüm Isınmış kahkaha, çatılmış kaşlar Güneşi doğmadan, eğilmiş başlar Hepsi bir arada, yürektenhaşlar Çiçek gibi doğmuş, parlıyor yüzüm Bahattin Tonbul 26.7.2013
Osman Garip
Yüzüm Gülmüyor
Kimisi aşkın peşindedir kimisi para Verilen kısmetlere şükür denmiyor Aşk bullamam ne para düşerim dara Benim de mutluluğa sıram gelmiyor Ne zenginlik isterim nede para ne mal Tatlı sözle mutlu olurum böyledir hal Hayat mevsimimin sonu oldu son bahar Altmış yılım geçti hala yüzüm gülmüyor Herkesin kollarında yarları var gezer Tek başına dır hep garip candan bezer Ördekler göllerde çift çiftte dir yüzer Deryalardayım tutacak dalım olmuyor Tek geldim dünyaya ben tek gidecegim Ötede huriler varmış orda yari nedecegim Yıllardır arıyorum açıkdır boştur kucagım Garip diye boştur gönlüm kimse girmiyor 28 / 2 / 2014
Ahmet Şadi
Yüzüm Gülmüyor
Ne bahtsız bir kulum yüzüm gülmüyor, Dertler dizi dizi bitmez çileler, Kader acımasız ağın örüyor, Hep ağlattı kader yüzüm gülmüyor, Bir yar sevdim gitti ellerin oldu, Hayatım elinde oyuncak oldu, ömrümü çile, dert ile doldurdu, Hep ağlattı kader yüzüm gülmüyor, Hazan oldu esti gönül bağıma, Hasret koydu çiçek çiçek bahara, Hayatım karardı döndü zindana, Hep ağlattı kader yüzüm gülmüyor, Vefasız dostlarım halden anlamaz, Yalancı sevgilim feryadım duymaz, Nasır tuttu yaram devasın bulmaz, Hep ağlattı kader yüzüm gülmüyor, Bir garip şadiyim aşkın eriyim, Dertler dergahında ermiş veliyim, Akıl dünyasında ben bir deliyim, Hep ağlattı kader yüzüm gülmüyor,
Murat Demirci
*Yüzüm gülmüyor bu gün
Yüzüm gülmüyor bu gün Kapılarımı kapatmışım bahara Güneş vurmuyor alnıma Şimdi Bursa hapishanesindeyim Yüreğim telgraf telleriyle çırpınıyor voltada Günlerdir senden haber yok Ben senden mektup bekliyorum Ustam 'Bu hafta Piraye'den de gelmedi' diyor Bir hal oldu bana Çaylar alabildiğine berbat Şimdi demledim daha bardağım yarım Sigaram kaybetmiş eski kokusunu içilmiyor Şimdi kapatmışım dünyaya kapılarımı Bursa hapishanesinin avlusundayım Voltada yalnız kaldım Ustam oturmuş duvarın dibine mektup okuyor 'Az önce geldi Piraye'den' diyor 1993 Söke
Mustafa Kurtbey
Yüzümdeki çizgiler,hüznümün yoludur.
Yüzümdeki çizgiler,hüznümün yoludur. Ufka bakışımdaki mizacım öfke doludur. Öfkem yalancılara,kalleşlere kinim çoktur Değer verince,had bilmeze kendini bir şey sanır Bununla yetinmez,sana akıl verir,terbiye verir. Akıl fukarası,edep yoksunu,kendini bilmez Kalkıp akıl satar,caka satar,insanlık satar Kendine sakla,o küçücük aklını fil yapılı kuş Örenlerde,köhnemiş yabanlarda öten baykuş İçi saman doldurulmuş,hayalet korkuluk Senki kendini adam sanırsın,ama korkuluksun Herkesi korkuluk yapmak için çabalar durursun Kimse dinlemez seni,bahçedeki kargalar bile.
Aşık İsmeti
Yüzüm Kalmadı
Yine duçar oldum amansız derde Doktora diyecek sözüm kalmadı Elli yıl gezmişim vefasız yerde Yolum yokuşladı düzüm kalmadı Şansım beni yere vurdu sürüdü Gözlerimi kara duman bürüdü Aldığım ilaçlar bile çürüdü Çareler tükendi çözüm kalmadı Âşık İSMETİ' yim neler çekmişim Hayal tarlasına tohum ekmişim Sağıma soluma dönüp bakmışım Halim şu demeye yüzüm kalmadı 1985-Âşık İsmeti Sivas
Mehmet Şamil Baş
Yüzüm Yağmur Gibi
tenime sığınan çığlığın seyri emiyor ayak izimi bugün yüzüme renk vermiyor gölgeler sanki güneşimi alıp kaçmış da dolunayı gözlerimde boğmuşum sen ellerimden koparılınca hüznü yudumlar her tenha çocuk pıhtılaşır da dokunaklı söz direnişin sabahına tutulur sâlâ seni sarsıntısından bilirim ayaklarımın şimdi yalnız iki sancı büyür göz uçlarımda ateş(e) yağma olmuş ölür ışığa çarpan kelebek ne çok yüzü var fotoğrafların bu rüya ne kadar yabancı bana dolunay uykulu yüzüne vurunca gece yüzüm yağmur gibi                   / ellerim asi süsleniyor bütün dar ağaçlarım minaremden güvercinler kaçıyor her kapımda aşk anlatılsaydın                 söyler miydim sana hiç ihanetler kaçkını olduğumu tezcanlı ürperişle geldin camda kalmış ruhumun                   sevinç lekesi dur / ağlama şimdiden göğsümü yarıp çıkacak                   ağıt olacak titrek dudağımda söz susmayı dene bir çehrene hayal tablomu astım sendeleyen yağmuru                           görmeliydin yakamda yumuşak bir sürtünüştü aşk
Mehmet Tevfik Temiztürk
Yüzüm Güven Vermiyor
Yüzüm güven vermiyor şahsıma inanmazlar, Güvenirliliğim yok ciddiye de almazlar… Bir kimseye yol sorsam bilmiyorum, diyorlar, Birisine yaklaşsam şahsımdan kaçıyorlar… Lokantaya uğrasam çay dahi getirmezler, Şahsım hep şaibeli muamele etmezler… Selam veren dahi yok güya adam değiliz, Hep geri çekilmeye kabullendirilmişiz… Oysa şahsım dürüsttür, sinek bile öldürmez, Dünya malı toplamaz, kötülük de düşünmez… (2014)
Alperen Karadağ
Yüzüm yok sevgili seni aramaya
Yüzüm yok sevgili seni aramaya... Evdeki hesap uymadı bize, uyduramadık...Şimdi hangi yüzle arayabilirim seni, hangi açıklamayla su serpebilirim yüreğine ve hangi teselli kelimeleriyle bezeyebilirim seni... Yüzüm yok sevgili seni aramaya... Nasıl diyebilirim şimdi ' Aylar sona görüşebiliriz ' diye. Nasıl yıkabilirim olan hayallerimizi... Elim varmaz avizeye, dilim yetmez bunları sana söylemeye... Yüzüm yok sevgili seni aramaya... O ay tanrıçası yüzün asılsın istemem. O masum gözlerin ıslansın istemem. Bu on sekiz ay sensiz nasıl geçecek hiç bilemem... Yüzüm yok sevgili seni aramaya... ' Yarınlara dair yaptığımız planlar yattı ' nasıl derim; sesim sesinde solarken... ' Bir haftaya yanındayım ' diye sana teselli veriren şimdi nasıl olurda geri alırım sözlerimi, nasıl olurda avuçlarını, yüreğini bomboş bırakabilirim. Nasıl seni virane bir şehir gibi bırakıo hayatıma devam edebilirim. Sürünmeye, tekmil vermeye, küfür yemeye, emir almaya devam edebilirim... Kızma bana sevgilim, Kızma bana... Anla halimi, anla sana kıyamayışımı...Kıyamam kendime, kıyamam canıma...Sen bensen, bende sensen yapamam, cesaret edemem intihar etmeye... Alperen Karadağ 05.04.2003 (Ankara / Mamak)
Mehmet Çiftci
Yüzüm mü kaldı
Rabbim korkuyorum cehenneminden Cennet istemeye yüzüm mü kaldı Günahım çok utanırım kendimden Cennet istemeye yüzüm mü kaldı. Sen ğafursun tek ümidim sendedir Boynum bükük elim iki yandadır O vicdansız nefis hala bendedir Cennet istemeye yüzüm mü kaldı. Düşünürüm bazan kendi kendime Öfkem kalkar sığmaz olur bendine Ümitlenirim de sonradan yine Cennet istemeye yüzüm mü kaldı. Sarhoş gibi yalpalanıp yürümek Günah çamurunda beden sürümek Cennet sabır ister ve büyük emek Cennet istemeye yüzüm mü kaldı. Affederse kulum derse lütfundan Korkuyorum gelecek büyük günden Yerlere girerim utandığımdan Cennet istemeye yüzüm mü kaldı.
Hüseyin Kerim Ece
Yüzümde Buharlar Panayırı
Boğazımda ağustos sıcağı Tavında dövülecek demir gibi Heyecan, korku ve gümüş gözlü ceylan Belki şimdi posta vaktidir Güneş düşünceyi arıtıyor Yağmur yıkıyor geçmişin artıklarını Anılar sokağında adım saklı Yüzümde buharlar panayırı Hararete tutku derim, sevda derim Uyanırım sana doğru Yağmuru, sokağı, tarihi ve demiri Seninle yeniden tarif ederim... 2/6/1993 – Zaandam
Ebru Ertaş
Yüzüm Hüzün Oldu Yine
Yüzüm Hüzün Oldu Yine Yüzüm hüzün oldu yine Seninleyken sensizlikte Yüreğim öyle acıyor ki Yüreğim öyle kanıyor ki Seninleyim ama sensizim Anlayamadığım Bilemediğim bir sessizlik var içimde Kelimeler tamamlayamıyor Cümleler yetmiyor anlatmaya Bir hüzün var işte Bir hüzün yüreğimde… Yine hüzün düştü kalemime Yine hüzün yazdı yüreğim Yine dilimde aynı şarkı “Bir kalbin içinde ağlıyor aşk” Yüzüm hüzün oldu yine Gülümsemelerim yok oldu Tebessümlerim soldu Bakışlarım donuk Dudaklarımda ise Hala anlatamadığım Hala soramadığım Bir acı… Bir hüzün… Nedenini anlayamadığım bir hüzün.. Yüzüm hüzün oldu yine Seninleyken sensizlikte 13 EYLÜL 2008 EBRU ERTAŞ
Ozan Nuri Ceyhan
Yüzüme gülmedin...
Yüzüme gülmedin... Ömür boyunca yüzüme gülmedin Çekilmez kahırlar bana mı kader Ne acılar çektim gördün bilmedin …Doğru söyle kastın cana mı kader. Diyelim ki büyük kusur bendedir Masumun günahı söyle kimdedir Vebal arıyorsan kesin sendedir …Tercihler çileden yana mı kader. Maksadın üzmekse yazıktır cana Severken bunalttın sevdadan yana Onun hiç suçu yok vur şimdi bana …Hasret bu sevgime revamı kader. Mecbur kalsam yola gelir belleme Felek vurmuş sana demem elleme Hüküm vermiş isen benim kelleme …Mahkûmu bekletmek cefamı kader. Daha başka kahrın mı var verecek Ne yapsan bu ömrüm sona erecek Bundan sora gülsen fark etmeyecek …Sence böyle menzil sefamı kader. Ne söylesem dinlemezsin bilirim Son durak nerdeyse bildir gelirim Derdin cansa buyur hemen veririm …Ceyhan boyun eğse vefamı kader. İst./2009
Hasan Sabah
Yüzüme Keder Yaslanmış
Yüzüme keder yaslanmış Titrek ve yaşlı sesim Yalvarmalara ağıt yaktıran Menekşe masumluğunda eğik halim Ağaçlar çiçeklerini döküyor Kökünden kurumuş gönül ağacım Ne gülüme bülbül Ne bülbülüne gül Aşık değilmiş Hayal teknesinde bir garip Yolcuymuş kederim Sıcaklığın değilmiş hissetmek istediğim Ellerin değil Yüreğinmiş yaslanılmak istenilen Keder ne ki Kederden gözlerim Buluta özenmiş Yüreğim yanık Yanaklarım kızarmış Dağıtmayın düşüncelerimi Yalvarırım
Mahmut Bozkurt
Yüzün
Bu acımasız ve yüreksiz dünyada Kalpleri senin için çarpan insanları Canına can katanları, neden üzdün Cennet yüzü görmez olsun, yüzün Bu hayatta ağlattın seni sevenleri Yıkamadan kefenledin tüm ruhları Kendi ellerinle, kazdın mezarlarını Cennet yüzü görmez olsun, yüzün Şimdi gözlerinle mezarlıklara bak Senin ruhun onların ruhunda yaşıyor Sana olan sevgi, hala bizleri yaşatıyor Cennet yüzü görmez olsun, yüzün
Necdet Ucuzova
Yüzün
Bir kış günü güneşe merhaba demek gibi yüzün, Görme ihtimali düşük sevinci büyük.
İbrahim İspir
Yüzün
kar üşütür gözüme takılır yüzün düştü düşecek gri bulutlar bütün ışıklar söndü korkuyu unuttu gece küskünsün liman boş
Hasan Akın
Yüzümü Soyma Benim...
Bir hüzün gövdesiyim, çağlaysam da başında, Bekleyişte her yolun emzirdiği sesler var… Senide mi uzaklardan çağırıp da aldılar, Aldılar da gün geçince habersizden saldılar. Sızlayıp yola vuran, gün ayaklı gemiler Biriktirip durma artık, dökülsün saçlarından Saçların ki, Salacaktan, gün batımı Üsküdar… Gönlüm türkü çığırır, bir martının başında; Uslu durun kuzular, sinem yorgun dağdalı. Toprak bağdan ayrılmaz, ayva nara sevdalı… Ben bilmezem cümleyi, kırık dolu salgılar Kilit bozuk, kapı dar,suyu içten ağdalı… Adındayım… Bilesin… bu karartı taşında, Beyaz bir nem soluğu, gözlerinde çapaklar, Elimi tutma benim, perişan günahların Tutuk bir el yakması, acı kalan aşında. Düştüm diye vurma çok, seni gördüm başımda Bir güvercin kanadı, sabah çalar kapımı… O sesler ki; gitmelerin gelmesine davetli, Yüzümü soyma diyen, bu otuzlu yaşımda. Taner'e... Fazıl'a...
Tuba Gürdere
Yüzün Olur Gökyüzü
Hissettiğin yerde sen varsan, hissedilen her ne ise senin için var. Yüreğinle hissedersen eğer, yüzün olur gökyüzü göğsünde.
Nilüfer Gümüş
Yüzün Gülsün
Sevincin..sevincim olur Üzülme... Üzülmemi istemiyorsan Her an yüzün gülsün.. Yüreğin Sevgi ile çarpsın................23 Nisan 2013, 20:01
Özkan Aksoy
Yüzün Hep Hüzün
Unutulmuş bir şiirde Yüzün tek hüzün Ve yırtılıp ve yitip Yüzün hep hüzün
Elazığlı Mustafa Kaya
Yüzün üsküdar
ben bu şehirde aşık oldum gün mavi gülümserken uzun kanatlı bir kuş ikimizi severken tutuyordu bizi bir iskele dalgın ikimizi kaderin hangi saatiydi hengi sebeplerdi içime yayılan huzuru fark ettim gamzelerini şehri bu gün sevdim ben o gözlerin yüreğimi delen nasıl bakıyorsun öyle istanbul saklı içinde dur..bir daha bak ne olur mavi ile dans ediyor nazlı bir vapur ah gözlerin mavi bir ayna gözlerin istanbul bir yandan gamzen yakar istanbul uyanır gözlerin bakar bir yandan yüzün en güzel üsküdar... mustafa kaya / istanbul 11.10.2006 / üsküdar www.mustafakaya.net mustafa kaya / istanbul 10.10.2006 / üsküdar www.mustafakaya.net
Bahattin Tonbul
Yüzünde Bensin
Bayrak sevdasında, var ise maksat Üstünda yaşayan, yürüyen sensin Vatan toprak olmuş, hainse aksat Sevdadır yürekte, yüzünde bensin Bahattin Tonbul 11.5.2013
Celal Gezer
Yüzünde Güneşi Görmeliyim
Beyaz lale kıvamında yüzüne güneş doğarken, şafak o güzel gözlerine doğmalı ve gözlerindeki güneşi görmeliyim seher vakti ılık bir meltem yüzünü okşarken günün ilk ışığıyla gölgen oluşmalı ve ben gölgende kısa ama uzun uyumalıyım vadiyi koşarak geçen rüzgar ıslık çalmalı bizim için ulu dağlar halaya dururken, selviler, utanmamalı sevincini paylaşmalı bizimle uyandığımda izlemeliyim öylece seni güneş üzerimize doğmalı toprağa uzanmalıyız yan(a) yana, toprak tenimizden serin olmalı, güneş bizi yakarken, toprak bizi anlamalı toprakla özümüzü hatırlamalıyız, bütün olmalı, belki de toprak olmalıyız gökyüzü bize ağlamalı, en unutulmuş ağıtları yakmalı, yaşanmamış, yaşanamayacak günleri bıraktığımız üzerine...
Olgun Ekinci
Yüzün Yüzüme Karıştı
Barış çubuğu yaktım Savaş ilan ettiğim aynalara Kırıp parçalara ayırdığımda Yüzlerce aksini görmeseydim Yurtta olmayan barış Aşkımızı örtmeyecekti Ve artık Aynada gördüğüm suretim Yansıyıp dönerken gerçek yüzüme Ben sen oluyorum Sen yüzüme Yüzün yüzüme karışırken.. - Adana
Bahattin Tonbul
Yüzüne Gülmez
Gönlük kervanında hakkı ararsan Sevenin içinden kötülük gelmez Kötüyü besleyip, düşman sanarsan Sevdiği düşmanın, yüzüne gülmez Bahattin Tonbul 20.1.2013
Metin Keleş
Yüzünde Mevsimler Solduğu Zaman
Sevdiğin kuşlar göçüp giderler Ömrüne ayazlar geldiği zaman Kalbini yerinden söküp giderler İçine hazanlar düştüğü zaman Dostların kapını çalar mı sandın Bahçende çiçekler açar mı sandın Sevdiğin haline acır mı sandın Yüzünde mevsimler solduğu zaman Saçlarına karlar yağdırıp giderler Aşk elinden badeler içtiğin zaman Anlarsın yolunu bir anan bekler Çile eleğinden geçtiğin zaman Can dediğin seni anar mı sandın Cananın yaranı sarar mı sandın Sevdiğin ardından ağlar mı sandın Bedene beyazlar giydiğin zaman
Tamay Önal Polat
Yüzüne Tükürülen Şiir
Bir yandan tükürülüyorken şiirlerime Ağlamalarımla yapışacağım pencerene Yağmur yağıyor diyeceksin kendi kendine Bu gün gene yağmur var bu memlekette.
Emin Alsancak
Yüzünü Bana Döndüğün Gün
Yüzünü bana döndüğün gün, Kuşlar göç etmeyi bırakacak. Sıcakla soğuk yer değiştirecek. Bitkiler, havaya su bırakacak... Yüzünü bana döndüğün gün, İyilik güzellik hortlayacak. Ceylanla aslan sarmaş dolaş. Ülkede tek bir fakir kalmayacak...
Bahattin Tonbul
Yüzünde Solsun........Kızım Ecem'e
On altı haziran, doğum günündür Doğunca bu günler, gülüşün olsun Girdiğin bu gönül, senin ünündür Parlayan her güneş, yüzünde solsun En kötü günümü, aydınlattın sen Karanlık rüyamda, hayalin olsun Melekle şeytanı, farklı yapan ten Parlayan her güneş, yüzünde solsun Merhamet dilenme, bana koşarken Elini uzatıp, dağlar aşarken Kimseye ah etme, bensiz coşarken Parlayan her güneş, yüzünde solsun Hıçkıra hıçkıra, dünyaya geldin Ezanlar altında, adına erdin Sen benim gönlümde, gerçek bir seldin Parlayan her güneş, yüzünde solsun Adına ad koydum, ananla senin Çağlayan Ecemdin, büyüdü tenin Gözyaşın akarken, silinmez benin Parlayan her güneş, yüzünde solsun Gönlüme meze ol, aşığım sana Sağırda değilim, duyulmaz bana Hakikat uğruna, geldin bu yana Parlayan her güneş, yüzünde solsun Bahattin’im yalnız, dese sağlığa Artık çok yoruldum, çığlık çığlığa Yirmi yıldır koştum, soluk soluğa Parlayan her güneş, yüzünde solsun Bahattin Tonbul 16.6.2013
İsmaill
Yüzünü Görmeyeli Uzun Zaman Oldu
Yüzünü görmeyeli uzun zaman oldu Yüreğim gam ile dolmuştu Gördüm ışık saçan o güzel gözleri Bu garip aşığın neşe ile doldu Güzelsin; ey gözleriyle canımı alan, aydan daha fazla ışık saçan Bir yan bakışıyla gönlümdeki tahta veliahtsız sahip olan Görmeyeli o güzel yüzünü perişan olmuşum Ama yine de neşe yerini hüzüne bıraktı, sadece aşktır arta kalan
Ozan Efe
Yüzündeyim Öylece
yüzündeyim öylece başka yere bakmadan bir düş serilir gece sabahlara akmadan kasımpatıya benzer renklere bahçe çizer ahenk gözleri süzer yıldızlara çakmadan ellerimden tutunuz gizlerimde kutunuz gözlerimde yutunuz ateşlerde yakmadan
Kemal Kırmızı
Yüzünü Sevdiğim Seyrana Çıkmış
Yüzünü sevdiğim seyrana çıkmış Salınıp gezdiğin yerler ah çeker Çiçekler selamda boynunu eğmiş Sallanır selviler güller ah çeker Salınır seviler ömrüm güller ah çeker Gözlerin kapatmış Kars'ı Sivas'ı Edirne İstanbul zilfin pahası Giyinmiş kuşanmış hasların hası Giyinmiş yeşili allar ah çeker Geyinmiş yeşili ömrüm allar ah çeker Menendin bulunmaz gürcü revanda Şam'ı Diyarbekir Haleb'i Van'da Ağalar el pençe beyler divanda Geda gibi nice canlar ah çeker Geda gibi nice ömrüm canlar ah çeker
Defne Martin
Yüzünü Ver
Aylık uykumu aldıysan hiç olmazsa Yüzünü ver bu gece bana Yastığımın kenarına koyayım İz bırakayım parmaklarımla Bakayım,delirene dek bakayım. Üç el ateş edeyim saate Zaman kanasın. Kirpiklerinden müzik kutusu Ağzından uçak yapayım. Beşi içinde özelidir burnun Ona dokunmayayım Yüzünü ver diyorum Gözlerine ağlayayım Doyayım dişlerinle Aydınlığım, sevgilim, arkadaşım... Ve sonra geri alma ne olur.
Ayhan Yavuz Açıkgöz
Yüzünü Görünce Hasretim Arttı (Anama)
(Gurbete alışığım sandıydım. Okul bitti askerlik başladı. Anamı gördükçe gurbet ağırlaşıyor mu ne?) Beş sene hasreti kördüğüm ettim Yüzünü görünce hasretim arttı Özlemem zannedip kendime geldim Yüzünü görünce hasretim arttı İçime bir tuhaf duygu işledi Önce gelip gitti, sonra kışladı Bir gurbet biterken biri başladı Yüzünü görünce hasretim arttı Korkmadım ateşten, kışa aldandım Su dedim gönlüme, nâr ile yandım Bir kere görmezsem ölürüm sandım Yüzünü görünce hasretim arttı (Cizre/Şırnak 03.03.2006)
Turhan Şahin
Yüzünü Yağmurla Yıkayanlara Selâm Olsun
yağmur duasına çık yağmur yağınca da şemsiye aç oldu mu ya oysa anlamı işlevi adında şemsiye güneşlik demek yağmurluk değil ki yağmur ki bir fırsattır yüzünü yağmurla yıkayanlara selâm olsun
Hekim Coşkun
Yüzyıl
seni 21 yüz yıl seni kara yüzyıl seni insanca özlediğim yeni bin yılların kölesi insan olarak sayfalarına bakmaktan ürktüğüm gözlerimi kapadığımda kabuslar gözlerimi açtığımda korku ve yangınlar nefretin kol gezdiği insan, çocuk,kadın, hayvan, bitki kısaca ekolojinin depremler yaşadığı kasırgaların, sel ve heyelanların en çokta insan beyninin göçtüğü idrak edemediğim yüz yıl tüm nefretimle insan olmaya çalıştıysam da id, ego, süper egolarımın altında en çok ta hepsinin üstünde bir hırsla sen de yaşam bulamadıysam da sana yaşam demeye çalışıyorum tüm korkularımda savaş tüm sevinçlerimde ağlamak bulduğum seni 21 yüz yıl seni
Lütfi Kireçci
Yüzünün Tuvaline Tarih Aşkı Gravürlesin
Bulutsuzluk öncesini yaşa Alnında büyüsün özgürlüğün coğrafyası, Mavinin en keskin çizgisinde yüreğin Kahramanca türküler söylesin Yüzünün tuvaline tarih, Aşkı gravürlesin. İnsanın kopyası olma bir minyatüre, Mavzer dinlensin gözlerinde Taşısın seni siperlere, Gökten maviler taşsın Bileğindeki kelepçede Gökyüzü mavi bir tas, Yeryüzü gri bir leğen, Martılar dök saçlarına, Birazda fesleğen, Uzaklara uzan, Kalkıp gider sonsuzluk, Elinde mavi boncuk.. İstiridye kabuğuna sığmamış bir hayatı Doğmatik kamplarında yaşa Sınırsızlığı al düşlerinden Ki ömrün bir kelebeğin Düşmesin anılarına, Şizofren bir çağın topal ayaklarında Kalk bir merdiven daya, güneşe aya, Uç ruhunun en yüksek uçurtmalarında, Kal..öylece…
Dilek Kartal
Yüzünün Ne İşi Var
Geceyi atlattık amenna.. Rüya da görmüyoruz eyvallah.. Peki yüzünün ne işi var, dalda titreyen yağmur damlasında..
Lzcramcil Ceyhun Erdem
Yüzyıllar geçer, devletler değişir, sevmeler acılara dönüşür işgallerin gölgesinde...
Bu ilk, bu son, bu doğuya, bu batıya akan, bu damarlarının içinde evrensel bir kayboluşa kaydolan, döküldüğünde yada durduğunda kaybolmaları, ve hatta yavaşladığında birilerinin bir yerlerde üzüntü duyduğu, hayata kırıldığı. -o birilerini tanırken sen, o birileri bilirken seni, belki hatırlayanlar, hatırlamayanlar, hayatlarında durdukların, hayatlarında düşünenler seni- -o birileri, aynada aradıkların, saçını taradıkların, sesini büyütenler içinde.- Kalabalık bir otobüste oturuyor olmak gibi, yada o kalabalık bir otobüse binmek için sıra bekleyenler arasında önlerde olmak gibi, ölmeyi bilip ondan uzakta, korkmamak ondan savaşlar içinde en acınasıdır asker, gerçeği görüp bakamayan, kalablıkla, yalnızlık arasında sırlar saklayan,düşmanı görür görmez, düşmana kendine kurşun sıkan... İnsan çıkıyor yola, gemi veyahut uçakla, yola çıkıyor ki, kendini devleti yaşasın, komutanı, babası yaşasın, rahatından uyuyamasın. insan çıkıyor yola, kemiklerinde hiç sızı olmadan, duyumsamadan insaniyetini, çıkıyor yola, elinde, belinde kan saçan, huzur dağıtanlar, vardığı yerde insan sömürenler, doyduğu yerde aç kalanlar, açıkta kalanlar. İşte bir milletin empoze etmesidir kendini, bir insanın cihanı dolaşmasındaki sebep, ruh hastalığıdır, aç gözlülükten öteye gidemeyen bu savaş, avrupadan, amerikadan, zaman zaman asyadan yayılır cihana.
Akın Akça
Yyldyz Kelebeker - Yyldyz Kelebekleri? iirinden etkilenim
Yeni dünyanyn içine Ama Ne Amerika ne de Afrika, meyvenin içine. Kirli olmayan a? yr bir sary. Susu? laryn sa? yr. Kulakölçer mili kadar hazmettim, espritüel ama sabyrcy dervi? . Sary ile turunç arasy Duru kelebek, kanat çyrpan ary… d? ç Yasemin Çagla Tekiner’in? iirinden etkilenim. Te? ekkürlerimle.? iirlerinde ba? arylar. - asıl versiyon Yıldız Kelebeker - Yıldız Kelebekleri'nden etkilenim Yeni dünyanın içine Ama Ne Amerika ne de Afrika, meyvenin içine. Kirli olmayan ağır bir sarı. Susuşların sağır. Kulakölçer mili kadar hazmettim, espritüel ama sabırcı derviş. Sarı ile turunç arası Duru kelebek, kanat çırpan arı… dğç
Necip Zeybek
Z 8 Türkçeye Sahip Çıkmak
Türkçe ana sütü gibi temiz, Sütü gibi anamızın helalimiz. Ancak süt nasıl ki saf su ya da bir kaç mineral, vitamin, kalsiyum, protein gibi maddeden oluşmamışsa dil de tek bir kavmin bilim ve kültür hazinesinden oluşmaz. İşte giderler Koridar’a geçenek sözcüğü Viraj’a dönemeç İstasyon’a durak İmalathane’ye işyeri Atelye’ye işlik Plaj’a kumsal Arşiv’e belgelik Garaj’a taşıtlık Gardrop’a giysilik Mayo’ya denizlik Rıhtım’a gemilik Balkon’a çıkıt Mezbaha’ya kanara Mezarlığa gömütlük FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA Şairin özenle seçtiği sözcüklerden hangilerinin daha çok kullanılır durumda olduğuna baktığımızda maalesef şairin istediği ve beklediği sonucun doğmadığını, yani farklı dillerden giren sözcüklerin daha yaygın kullanıldığına şahit oluyoruz. AÇ ZENGİNLİĞİMİZ Yoktur Türkçesi olmayan sözcük Ya unutulmuştur o Ya anımsanmamıştır FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA Yine şairin gördüğü gibi olmuyor olay.Çünkü bugün kullandığımız pek çok eşya ve teknik terim maalesef atalarımızın hayatında yoktu.Otomobil, tranvay, televizyon, telefon; eksantirik kayışı, elektrik, ekran,tuş… yoktu. Öyleyse bu günün insanı daha çok sözcüğe ihtiyaç duymaktadır ve bunları var olan sözcüklerle karşılamamız veya onlara hep benzer ekleri ulanması ile ortaya çıkacak yeni ama tekdüze seslerden örülmüş, anlam karışıklığına,zihin tembeliğine neden olacak sözcüklerle karşılamaya çalışmamız akıllıca ve doğru bir yol değil.Yani dilimiz farklı yöntemlerle zenginleştirmeliyiz. Onca yıldır bilhassa doğu dillerinden dilimize girip yerleşmiş sözcüklere savaş açmış olanlar,- ki Arapça ve Farsçadan dilimize yerleşen sözcüklerin toplamının sekiz bin civarında olduğu söyleniyor; oysa aynı dönemde Fransızcadan giren beş bin civarındaki sözcükle pek uğraşmamışlardır- Sarf ettikleri gayretin, hassasiyetin yarısını, günümüz Türkçesini istila eden Latin dillerinden giren ve büyük kısmı da gerçekten ihtiyaç duyduğumuz sözcüklerden oluşan bu yazılışı problemli, söylenişi zor, çağrışım gücü olmayan, ithal kelimelere yerinde ve doğru karşılıklar bulmaya ayırsalardı, bugün dilimiz daha zengin ve arı bir dil olurdu. Latin dillerinin istilasının ne kadar büyük olduğunu görmek bakımından şu sayısal veriye bir göz atmamız sanırım yeterli olacaktır Büyük Türkçe sözlükte yer alan kelime sayısı son yirmi yılda otuz bin civarında artmıştır. yetmiş beş - seksen binlerden yüz on bir bin sözcük sayısına ulaşmıştır.Maalesef son dönemde dilimize girip yerleşen sözcüklerin büyük bir bölümünü İngilizce gibi Latin kökenli sözcüklerden girenler oluşturmuştur. Bana göre en önemli bozulma yazım kurallarında ortaya çıkmıştır. Bizim dilimiz okunduğu gibi yazılan bir dildir.Oysa batı dillerinde sözcüğün yazılışı başka, okunuşu başkadır.Ve bu kural bizim dilimizde de kullanılır olmuştur.Oysa Amerikada da İngilterede de benim ülkemin adı bir takım anlam karışıklıklarına neden olmasına rağmen benim dilimdeki gibi yazılıp söylenmiyor. Ana dilini sevip korumak ve geliştirmek isteyenlere dört önerim var: 1) Yabancı dilden eğer bir sözcük alınıp kullanılıyorsa okunduğu gibi yazılmalıdır. 2) Dilimize girip yerleşen sözcüklerin sadece söylenişi zor olanların yerine Türkçe sözcükler bulunmalıdır. 3) TDK bünyesinde oluşturulacak bir ekibin dilimize girmesi muhtemel sözcükleri yazılı ve görsel medyayı iyi takip ederek Türkçe karşılıklar bulmalıdır.Sözcük dilimize yerleştikten sonra değil,daha girmeden önlem almak gerekir. 4) Yeni Anayasa’da anadilini korumaya ve kendi kuralları dahilinde zenginleştirmeye yönelik hükümler konulmalıdır.Anayasaya Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Arnavutça gibi dillerden Türkçeye uygun bazı ifadeler seçilerek alınmalıdır.(İngilizceden, Fransızcadan sözcük alan bir ulus kendi kardeşlerinin dilinin sözcüklerini de kendi diline katmaktan, kullanmaktan çekinmemelidir.) 5) Dili koruyup zenginleştirmek için parasal destek bütçeye konmalıdır, 6) Dilimizi zenginleştirme çalışmalarında öncelik türetme ve birleştirme yöntemine ayrılmalı.Yabancı dillerden aktarma veya uydurma yöntemi kullanılacaksa hangi dilden sözcük alınıyorsa sözcüğün ilk hecesi veya ilk iki hecesi alınmalıdır.Bu yöntem tercih edilirse Türkçenin hece çeşitlerine uygun yazım olacak şekilde ünlü ilave edilip ya da atılabilinir. Bugüne değin saplantılı bir şekilde sadece Arapçadan giren sözcüklere karşı çıkan kişiler ellerini vicdanlarına koyup düşünsünler aşağıdaki hangi sözcüklere öz Türkçe karşılıklar bulmak isteyeceklerdir? ARAPÇA: Cumhuriyet, halk, devlet, hukuk, hürriyet, adalet, milliyet, vatan, şehit, akıl, aile, ahlak FRANSIZCA: Laik, sosyal, çevik, bürokrasi, televizyon, radyo, terör, abajur. FARSÇA: Zengin, aferin, bahçe, bülbül, can, canan, abdest. İTALYANCA: Politika, gazete, alaturka, banka, çapa, çimento, fabrika. İNGİLİZCE: Bot, cips, futbol, hostes, email, kariyer, lobi, linç. Eminim ki hiç kimse “ Türkiye Cumhuriyeti Devleti” ifadesindeki cumhuriyet sözcüğüne kafayı takmayacaktır. Arı dil peşinde koşmak akıl kârı değildir. Fakat Türkçemizi kendi haline terketmemeli ona sahip çıkmalıyız. Ve onu korumak geliştirmek duygularla değil akılla olacak iştir.Onu başka dillerin boyunduruğu altına sokmadan yaşatmak ve zenginleştirmek hepimizin boynunun borcudur. Diline sahip çıkmayan uluslar kültürleriyle birlikte kimliklerini de yitirirler ve tümden yok olurlar..Millet darmadağın olsa dahi yeniden bir araya gelebilir ve millet olma şansını yeniden yakalarlar,devletler yıkılsa dahi yeni bir düzenle yeniden tarih sahnesinde başka bir adla yer alabilir.Ancak dilini yitiren uluslar bir daha asla bir araya gelemez.Milli birliği sağlayacak yegane unsur dildir.Barış ve huzur dille tahsis edilebilinir.
Eşref İnanç
Z a m a n E
Kusurumuzu yükleriz zamana, zamane kötü deriz. Hatalarımızı örtmek için, zamanı örtü ederiz. Eşref İnanÇ
Zehra Çelik
Z-Ankara Terminalinde
Kimbilir kaç kez kahrettim Seni alıp giden yollara Kaç kez yaşadım bu ayrılığı Kaçıncı kez ağladı gözlerim Bak artık ağlamıyorum Alıştırdılar beni ayrılığa Demek ayrılığıda kanıksadık Kaç kez kalakaldım, Ankara terminalinde. Kimbilir kaç kez yaşandı Bu hazin ayrılık sahnesi. 29.10.1999 Ayrılınan çocuk yaşta evlat olunca, Ayrılanda bir anne olursa,gelde anlat. Ayrılık ateşten gömlekmiş. Ayrılık kapıya konacak şey değil. Ayrılık şairin tapulu malı.
Fazıl Çakaler
Z Adem Suna
Merhaba nasılsın sen Adem suna Çok çalışıp sen kendini sakın yorma Facebook ta hiç neden hal hatır sorma Çık kabuğundan sessiz sedasız durma Konya yada oturur ilçesi Kızılören Mahallede yok olmaz onu hiç gören Maksat muhabbet olsun ortamı germem Kızarsan eğer haber et bu şiiri hemen silem Bizim gibi de değilsin cumartesi tatil sana pazar Çık ortaya ne çizersin nede yazar Korkma sana değemez ki zaten nazar Ölümlü bu dünya gideceğin yer topraktan mezar Bütün güzellikler senin olsun sadece senin Bu dünyada aziz ahirette Rabbim seni sevsin Vermesin Rabbim dert keder nede olsun derdin Bu yazdıklarıma ver bari cevap nasıl ne dersin Uzak olsun dert senden gam ve keder Ne gelirse Allahtan hayır ve şer Buluşuruz cennette toplanma yerimiz dir mahşer Büyük zenginlik bu işte insan oğluna bu yeter
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 07.09.13 Cumartesi
07.09.13 (Cumartesi) Günlüklerime ara verdim. Yaşamak yazmanın önüne geçti. Önce tayin sonra düğün ve nihayet taşınma. Hepsi üst üste geldi. Senet’ül- hüzün mü desem, senet’ül -surur mu desem kararsızım. En zoru kız vermek. Ama Allah’tan bir hafta arayla gelen taşınma olayı bana onu unutturdu. Şiir yazamıyorum. Oysa geçen yıl ne kadar verimli geçmişti. Bu Ramazan çok az birkaç örnekle kapandı. Söyleşi yazılarına bile vakit bulamıyorum. Konu başlıklarını defterime kaydediyorum ama yazmaya fırsat bulamıyorum. Yazmak mı yaşamak mı söylemi burada cevabını buluyor ve yaşamak gerçekten yazmanın önünde gidiyor. Orhan Pamuk 'yaşasaydım yazamazdım' diyor ki doğru bu. Biz ancak yaşamadığımız zaman yazarız. Hayat bize sırt çevirince biz de onu sırtından bıçaklarız. O ölür biz hayal dünyasında yaşarız. Gerçek hayat yerine hayallerle avunuruz. Ne diyor büyük şair Yahya Kemal ‘geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer.’ Ya’ her yazı yazılmasa da olur diyen ‘ akl-ı evvel sanatçıyı ne yapacağız. Yazıcıoğlu’na bu kitabı nakşedeceğine bir insan nakşetseydin diyen Hacı Bayram-ı Veli’nin söylemini ne yapacağız? İşte ben de yazamadığım günler hep bunu düşünürüm. Yazmak mı yaşamak mı? İşte en büyük mesele. En çok da okuyamadığıma üzülüyorum. Gazete ve dua kitabım dışında face, Google plus ve internet haberleri dışında hiçbir şey okuyamıyorum. Eve yerleşememek sorunların bitmemesi, eksiklerin tamamlanamaması, ardında yeğenin düğünü, hepsi hepsi beni okumaktan alıkoyan şeyler. Adamlar yine bir eylem planlıyorlar. Yok diren geziymiş yok diren ODTÜ imiş. Adamlar yol yapımına karşı eylem yapıyor. Bu kafa yıllarca gerici dedikleri adamların yenilik ve yatırım yapmasına tahammül edemiyor. Dün köprüye karşı çıkıyorlardı bu gün de hem köprüye hem hava alanına hem yol yapımına karşılar.’ Çarşı her şeye karşı’ tam da bunları ifade ediyor. Kendilerine son model futbol sahası hediye eden bir iktidara karşı statlarda eylem yapıyorlar. Biz bu ilkel statlarda oynamaktan büyük zevk alıyoruz diyorlar. Biz pislik böceği gibi kendi pisliğimizde boğulmak istiyoruz diyorlar. Yapılan bunca hizmeti görmüyorlar isyan ediyorlar. Bunca nimete nankörlük ediyorlar. Adamlar dış güçlerin oyuncağı olmaktalar farkında değiller. Mısır’da Suriye’de yapılan burada da yapılmak isteniyor. Zavallı az gelişmiş beyinler düşmanların oyununa geliyor, kendi milletinin ayağına değil kafasına kurşun sıkıyor. İhanetin bin bir türlüsü İslam ülkelerine sergiliyor. Amerika yeni orta doğu planını devreye sokuyor, baş aktör olarak sanıldığının aksine Tayyip Erdoğan’ı değil İran’ı kullanıyor. İran batının müttefiki gibi kendisine verilen rolü en iyi şekliyle yapıyor, İslam’ın kalbine öldürücü darbeyi en korkunç şekilde vuruyor. Bu rol İslam dünyasının Sünni ve Şii diye ikiye bölünmesini sağlıyor, kendisine altın tepside sunulan Irak’tan sonra Suriye de de kendisine verilen saldırgan rolü en iyi, şekilde yapıyor İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekte tereddüt etmiyor. Hedef tahtasına İsrail’i koymuş gibi gözüküyor ama Hizbullah’ı Sünnilere saldırtıyor. Yahudilere kuru sıkı tehdit savururken Sünni Müslümanları hunharca katlediyor. Aynı şekilde Maliki’nin aynı eylemi Irak’ta yapmasına destek veriyor. İslam hilalinin parçalanıp ikiye ayrılmasına sonra kırpıp kırpıp yıldız yapılmasına çanak tutuyor, bu alanda batının taşeronluğunu gönüllü üstlenerek en büyük ihaneti sergiliyor. Türkiye ise bu oyunda düşmanlarının tuzaklarına düşmemek için olanca gayretini sergiliyor. Buna rağmen Türkiye ABD emrinde olmakla suçlanıyor İran ise ABD ve batı aleyhtarlığı yalancı rolünü sürdürmekte ısrar ediyor ve tüm dünyayı aptal yerine koyuyor.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 01.05.13
01.05.13 Bu gün 1 Mayıs Çarşamba. Yunus biraz iyileşti. Kursa gideriz artık dedik. Sedaş ’tan aradılar bana yeri soruyorlar. Tarif ediyorum ben de oraya gidiyorum. Sonra direkler dikildi diyor karşıdaki ses önceden dilekçen var diyordu direk için. Telleri ne zaman çekersiniz diye soruyorum birkaç günde diyor adam. Köye varıyorum görüyorum ki tel çekilmiş. Adamın telden haberi yok. Ne biçim özel teşebbüs bu. Devlet teşebbüsü olsa bu kadar kopuk olmaz. Dur tahmin edeyim adamlar asgari ücret çalışıyor ve hiçbir şey umurlarında değil. Bu maşı bana her yerde verirler diyorlar her hal. Annem evde yok. Yeğene gitmiş. Şaşırdım bu yeğen ona nasıl kapılarını açmış. Onda büyük değişiklikler var. Annemin evindeyiz. Halam amcama gitmiş. Yunus internete girdi. Hava iyi sıcak. Ama ev iyi serince. Camları açtık. Kaplar iyi yıkanamamış. Demek zavallı Halam o haline rağmen kapları yıkamaya çalışmış ama bu kadar yapabilmiş. Hanıma söyledim kapları yıkar mısın diye yapmadı. Bahanesi hazır yıllar önceki bir olayı hatırlatıyor. Yaptık aleyhimizde konuştular diyor yapmayalım da konuşsunlar diyor. Düşünüyorum da bu jenerasyonun Allah için iş yapmak diye bir meselesi yok. Hep desinler diye. Bu jenerasyon aynı zamanda bencil. Arabayı yanaştır da diyor annenin evinin önüne içinin tozunu alayım makineyle. Şu çelişkiye bak. Kendisi için yaşlıları kullanıyor ama yaşlılar için yapacak bir şeyi yok. Onun ihtiyarlığında da aynı şeyi bulacak. Adnan aradı köydeyim dedi Yunus’u kursa götüreceğim. Ne zaman çarşıya gelirsin diyor.5 gibi diyorum. Namazı kılıyoruz Yunus’la. Annesi internete giriyor. ‘Rabia’ya söz elbisesi bakıyorum’ diyor. Biraz da ben gireyim diyorum şiirlerimi yayınlayacağım. ‘Acele et’ diyor Hatun. ’Beş sitede ayrı ayrı yayın yapıyorum ‘diyorum’ vakit alıyor bu’. Abim bahçeye yeni şekil vermiş. Bahçede biraz oturuyoruz. Sümeyye bakıyor camdan. Amcam’ buradaymış ‘diyor. ‘Buradayım ne zamandır’ diyorum ‘sen uyu şimdi mi görüyorsun bizi’. Geliyorum diyor seni istemiyorum diyorum Ali Fazıl uyuyor mu? Yok diyor o halde getir çabuk. Ali Fazıl geliyor suratı asık biraz bazen bana gülüyor. Tespihimi veriyorum. Annesi hem kuduz hem tetanos aşısı oluyor diyor. Çocuğa yazık iki aşı bu yaşta çocuğa yapılır mı birden. Doktor kontrolünde diyor. Nerde yaptırdın diyorum Çocuk hastanesinde.’ Bizim okul orda diyorum niye gelmedin.’ Seni andık diyor ama biz Pazar günü ordaydık ‘.ben de ordaydım Pazar günü diyorum veli toplantısı vardı. Kursa gittik. Yunus’u bıraktık Koçtaş’a gittik. Koçtaş’ta gezindik acelem var kente yetişmeliyim musluklara baktık. Darbeli matkaplara göz gezdirdik, kampanyada indirimde olan bir tanesini 39 liraya aldık. Kente gittik tam gaz. Arabayı park ettik. Yeni Cumaya namaza yetişeceğim. Hatun Perşembe pazarına park edelim dedi ben yarın oranın pazarı diye ne olur ne olmaz fikir değiştirdim. Farzın ikinci rekâtına ancak yetişebildim. Telefonumu zor sessize alabildim. Namazdan sonra eş dost etrafımı sardı. Sofiler hep orda. Bugün anlaşmışlar gibi. Münir abi, Yaşar, Atilla, Alpaslan. Bülent abi, dergaha çıkıyoruz nefis bir çay, Mustafa orda,Adnan bey de geldi. Delail okuyorum Adnan Bey ileniyor onu evde okursun diyor herkes ne yapıyorsa sen de onu yap diyor sohbetse sohbet çay içmekse çay muhabbetse muhabbet.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 05.07.13 Cuma
05.07.13 CUMA Gel benim dertli günlüğüm. Bu ne karışık bir yaşam. Bir yanda inşaat, bir yanda düğün hazırlıkları, bir yanda tayin ve yeni iş yerinin getireceği sürprizler, diğer yanda borçlar. Neden dağıldım bu kadar? Yıllar önce yapacak iş bulamadığımdan can sıkıntısından kurtulamadığım günleri hatırlıyorum. Allah’ım bunları hep ben mi istedim. Dua mı ettim başımı bu kadar karıştırmak için. Şimdi Allah’a yalvarıyorum bu karışıklığa bir son vermesi için. Cuma saati yakın ben günlük yazıyorum. Oysa hazırlık yapmam lazım. Esim’le kızım gelinlik provasında. Dün laminant için Mehmet Ali Paşa mahallesine gittim. Benim çocukluğumun geçtiği mahalle burası. Adını beğendiğim tanıdık bulduğum işyeriyle yaptım bağlantıyı. Ödemeyi yaptım hiçbir şey almadan. Her şey güvene dayalı. 3 gün içinde yapacağını söyledi. İnşallah. İki ortak da bir yerlerden tanıdık çıktı. Evimin altındaki adama yaptırmadım. Oysa koşullar aynıydı. Mal da, kalite de, fiyat ta aynıydı. Yine aynı şekilde birkaç yere sorduğum halde buraya yamuldum. Şimdi bekleyeceğim. Doğalgazcı araya başkasını soktu. Hazır kiracımız bizi yolda bıraktı. Ben de acele etmeyeceğim. Badana işi var. Temizlik var gazın açılması var. Şimdi mesaj geldi. Derince ’de şube açılışı var. Gider miyim bilmiyorum. Evimin yanında. Bu kadar emek verdiğim bir cemiyet bu. Ama son yönetimde bazı kişileri hodbinlikleri beni rahatsız ediyor. Bir, iki törenlerine katıldım; kendimi aşağılanmış hissettim. 3 yıl dergi yayınladığım bu dernekte böyle mi karşılanacaktım? Annem taşınmam için Allah’a yalvarıyor. Ama olmuyor. Ben de bu durumdan çok memnun değilim tabii. Şiir yazmak ne zamandır içimden gelmiyor. En son geçen yıl Ramazan-ı Şerif’te yazdığım şiirleri temize çektim. Gizli Kapı yani Bab-ı Esrar adını verdim ona. Bu günlerde şiir kitabımı çıkarmaya hazırlanıyorum. İçinde çağdaş mevlit saydığım şiirler ki kitaba adını verecek olan peygamber efendimize armağan anlamına gelen Tuhfe bölümü olacak sonra Sevgili Sultan Sarayım adlı bölüm var ki Efendim Seyda hazretlerine yazdığım şiirler Aşk Kitabı adlı aşk şiirleri, Hayat Kitabı adlı hayattan şiirler, Ölüm Kitabı, Tabiat Kitabı, Kitab-ı Bab-ı Esrar adlı Gizli Kapı bölümü. Geç kaldım biliyorum. Nice müteşairler bir sürü kitap müsveddesi bastırdılar da ötede beride büyük şair diye böbürlenip durmaktadır. Bazıları da dernekler kurarak adam sayılma peşinde. Ardı ardına eserler bastırıyorlar, eşi dostu utandırarak sattıkları varakparelerine yenilerini eklemekte ve bir mısraları bile kimsenin aklında kalmadığı şair bozuntuları ortalığı doldurmaktadır. Bana en büyük mutluluğu dergide yayınlanan şiirimi ezberinden okuyan sanatçı ruhlu bir arkadaşımı duyunca yaşamıştım. Seni adlı şiirimdi. Hele Ey Kutlu Peygamber şiirimin Antoloji. com’dan yayınlandıktan sonra 50 bin tıklanma rekoru kırması ve diğer bir sürü siteye kopyalanması kimisinde intihal yapılması beni en çok sevindiren hususlardan olmuştur. Ayrıca facebook’ta paylaşılan alıntılanan kopyalanan intihale uğrayan şiirlerimi görmem de cabası. Bir de hocamın abime ‘İsmail’in şiirleri çok güzelmiş’ demesi de beni gönendiren olay olmuştur. İnsan hayatında kişiyi gönendiren kaç olay olabilir ki. Ahde vefa gibi değerinin anlaşılması ve takdir edilme duyguları değil midir başarıyı getiren? Ne demiş atalarımız:’ Marifet iltifata tabi’. Keşke ilk şairlik yıllarımda eserlerimi yayınlama cesareti bulsaydım da 20 yıl önce yazdığım şiirin ta o zamanlar kabul gördüğüne tanık olsaydım nasıl olurdu acaba. Şimdi ünlü biri olur muydum, kitaplarım satış rekoru kırar mıydı? Görüşüne başvurulan bir aydın sayılır mıydım bilmem, bilemem. Şimdi başka eserlerin de sahibi olur muydum? Değişik türlerde eser yazma fikrim kuvveden fi’le çıkar mıydı acaba? Roman, hikaye, tiyatro. Denemelerim olmadı değil. Ama hepsi de şiirlerimi gün ışığına çıkarmadaki çekingenliğimin kurbanı oldu. Gençliğimde bir Leyla ile Mecnun tiyatrosu yazmıştım. Öğretmenlik hayatım boyunca bir sürü oyunca denemeleri. günlükler m, üniversite öğrencisiyken masal denemeleri –ki genç bir yayıncının ilgisini çekmiş, tam da askere yollandığından askerlik dönüşü yazma teklifi getirmiş tarafımdan reddedilmişti. Ayrıca deneme türünde yazdıklarım, eleştiriler, kitap tanıtımı, film tanıtımı yazıları… Bir arkadaşımın teklifi üzerine yazdığım’ Derviş’ adlı Tiyatro’nun 1. Bölümü temize çekilmiş ve fotokopi yapılmıştı. Oyundan vazgeçilince ben de devamını getirme isteği kalmamıştı. Tatlı bir hatıradır.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 13.04.13
13.04.13 (Cumartesi) Tayinim çıkmış. İsteğim dışında. Norm kadro fazlasıyım burada. Geldiğim yıldan beri. Kalbime doğmuştu. Ya da altıncı his diyelim buna. İçime doğdu. Geldiğim yıl 4 edebiyat öğretmeniydik. Biri müdür yardımcısı 3 öğretmen. Sonra içimizden biri daha müdür yardımcılığı kadrosuna atandı; kaldık mı 2. Yıl sonunda 2 öğretmen daha geldi; olduk mu sana2 si müdür yardımcısı 5 edebiyat öğretmeni. Bu biri fazla dedim kendi kendime. Aman dedim ben 23 yıllık öğretmenim bana bundan ne. İçlerinden biri geldiği gibi gider herhalde. Öyle olmadı; piyango bana vurdu. Biri 30 yıllık öğretmen, diğeri Dilovası gibi puanı yüksek bir yerde öğretmenlik yapmış şanslı bir kişi. Üstelik 7 yıl mı 10 yıl mı dershanede çalışmış. En az 21 puan da oradan kaybeder. Yıl benden kıdemi eksik, al sana 30 puan daha kayıp etti mi,30 puan benim açımdan avantaj. Bir de benim köyde çalıştığım beş yılın bana getirdiği ek 10 puanı düşünürsen, etti mi sana 40 puan. Ama gel gör ki adam bu 40 puan dezavantajı alt ediyor, 20 puan daha bana fark atıyor.3 yıl en yüksek 35 puan olsa Dilovası al sana 75 puan avantaj. Her türlü beni geçiyor. Bu da benim kaderim. Hiç aklımda yokken elde ettiğim fen lisesi öğretmenliğini yine hiç yoktan kaybedişime üzülüyorum. Yıldır bu norm kadro fazlası olmanın yazdırdığı şiirleri hesaba katarsam kazancımın hiç te az olmadığını görüyorum. Gecikmiş askerliğimin bana yazdırdığı o güzelim şiirleri de düşünürsem Sartre’in ‘Kayıplar kazançtır’ sözüne hak vermemek elimden gelmiyor. Askerlik stresi bana’ Ey Kutlu Peygamber’ serisini yazdırmıştı.35 yaşında bedelli asker olmak, hem de 3 yaşındaki çok sevdiğim ilk çocuğu bırakıp gitmek kolay bir şey değildi. Üstelik hep yedek subay olmayı hayal etmiştim. Ama tv. den yapılan askerlik çağrısını sırf televizyonum yok diye duyamadığım için bakaya kalmıştım. Ankara Elmadağ’da yeni öğretmen olarak evimi zor geçirdiğim günlerde ev kirasının maaşımın 3 te birini tuttuğunu da düşünürsek durum daha iyi anlaşılacaktır. Bir yandan annem,öbür yandan kayınpederimin nakdi yardımları ve ısrarlı teşvikleriyle bedelliye başvurmuştum. Üstelik o zamanlar 5 bin mark olan bedelli karşılığı yılbaşında 5 000 tl iken yıl sonunda o zamanki yüksek enflasyon sonucu 3.000 tl ye inmişti. Annemin ve kayınpederimin verdiği 1000 er tl ye benim de tasarruflarımdan eklediğim 1000 tl işimi görmüştü. Ama en çok yedek subay olamadığıma o elbiseyi giyemediğime üzülmüştüm. Öğrenciliğimde bizim sokakta oturan öğretmenimiz askere gitmiş hafta sonları o elbiseyle evine gelip gidiyordu. Ben de bir gün yüksek okul okuyup,onun gibi bu elbiseyi giymeyi hayal ediyordum. İşte kurduğum bu hayal yıkılıp gitmişti. Belki de bu yüzden o dönem bu kadar çok şiir yazmıştım. Her gece annesiyle kızım erkence uyur, ben masa lambasıyla tv izlerken bir şiir yazıyor buluyordum kendimi. Şiir serüvenim de 3 önemli velut dönemim oldu bir bu dönemdir. Diğeri üniversite yıllarında başımdan geçen o karşılıksız aşk bu platonik aşk da denebilir, en son olarak da bu okulda norm fazlası olarak çalıştığım son üç yıl. İlk dönem şiirleri Alevden Güller, Raks, Mona Liza, Sevgilerin Kedisi, Bin bir gece Masalı ya da ilk adıyla Şehrazat, Bir Aşk Destanı, Nasip, İkinci dönem yukarda da söylediğim gibi çağdaş Mevlut olan şimdilerde kitaplaştırmayı düşündüğüm Ey Kutlu Peygamber serisi dir. Bu kitaba Üstad Necip Fazıl’ ın Es-Selam’ı gibi bir ad vermek istiyorum. Artık Beyza Nur’ mu olur şu an aklıma gelen Yed- i Beyza mı bilemiyorum.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 22.01.13
22.01.13 İkinci günlüğümü yayınladım. Önce antoloji.com da, sonra bengisu sanatta. Kâmil’in bana yaptığı siteyi arıyorum yok. Google tanımıyor. Eski sitemi buldum.www.bengisusanat.tr.tg. Yıllar önce yapmıştım.Bir kaç şiir bir resim bir yazı koymuştum.Şimdi de günlüğümü ve ilave birkaç şiir yayınladım. Şifreyi unutmuşum. Meğerse o benim ilk şifremmiş. Bana ait bloğ da varmış. Fazla geliştirmemişim. Kaybettiği çocuğunu bulan anne gibi oldum. Seminere gidiyoruz. Eski okuluma. Akıllı tahtayı öğreniyoruz. Video resim kesme biçme. Ses ve yazı müzik ekleme. Ne zor işlermiş yahu. Ah gençlik… Erken gelmişiz dünyaya. Öğrencilerimiz bizden kat kat iyi biliyor. Yarın notları tamamlamam gerek. Çıktı almam lazım. İki öğrenci yok. Biri raporlu. Peşlerine düştüm. Yarın onları bulmam gerek. Sorumluluğu öğretmene yüklüyor sistem. Yine onarın arkasını biz toplayacağız anlaşılan. Bu ne kadar doğru bilmem. Yıllar önce bir veliyle karşılaştım. Dersimize çalışmıştık öğretmenim demişti. Niye zayıf aldık anlayamadım. Ben siz benim öğrencimiz değilsiniz ki. Sendika toplantısındayız. Esiyor gürlüyor il başkanı. Artarda espriler patlatıyor… Ali Fazıl mesaj atıyor rasgele look diye başlıyor mesaj. Gerisi karışık. Hiçbir dilde değil. Belki de Sanskritçe.Ben annesinin yalancısıyım. Adnan’ı aradım. Cevap yok. Her defasında meşgul. Sürekli birisiyle görüşüyor adam. Kardeşimin kayın pederi ölmüş. Cenazesine gittik. Abim gelip aldı yeni arabasıyla. Havalar çok güzel. Sanki bahar havası…
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 16.08.13 Cuma
16*08*13 Öbür gün köye taşınacağız. Aslında yarın taşınacaktık, bir gün öteye attık. Yarın kızım damatla beraber el öpmeye gelecek. Mutlu günümüz bu bizim. Erol abinin dediği gibi hoş bir yorgunluk bu. Ev yapmak ve düğün her ikisi de mutlu telaşlardan. Bu Erol abi hikmetli bir adam. Hani akil adam derler ya cinsten. Size onun bilgeliklerini anlatmak istiyorum: 4, 5 yıl önceydi; onu bu cami önünde tezgâh açmaya başladığı yıllar. Bana meyve ilaçlama makinesi satmak istedi ucuzundan. 25 lira. Ne yapayım ben onu dedim bağım yok bahçem yok. Dua et dedim bir bahçem olsun o zaman düşünürüz. Çok geçmedi bir arsa aldım içinde meyve ağaçları. Ama ne ben ilaçlama aleti alma ihtiyacı hissettim ne o bir daha bana o aletten satmak istedi. Kombiyi alma anlaşmasını yaptım. 12 taksit. Yarın getirecekler. Amcaoğlu kamyon gönderecek. Benim tansiyonum düşüyor. Ben artık yarım adamım. Hiçbir işe katkım olamaz. Düğün günü tansiyonumun güzel olmasına şaşırdım. Aksi olsaydı fena olurdum. Şimdi düğüne gelmeyenleri merak ediyoruz eşimle. Adamın tüm çocuklarının düğününe gitmişiz daha o ilk düğünümüzde çamura yatıyor. Allah Allah. Sen belki çocukları savdın, kimseye minnetin yok, ama cenazene de kimseyi beklemeyecek misin, o zaman benim işim çıkmayacağını kim garanti edebilir. Bazıları arayıp mazeret beyan ediyorlar, ama mazeretleri kabahatlerinden büyük. Bir şey demiyorum ama içim buruk. Demek insanlık ölçüleri bu o kişilerin. Bir de bir mesajla kalkıp geleni görünce mahcup oluyorum. Diyecek bir şey bulamıyorum. Sakal bıraktım tatil sakalı. Aslında kendimi alıştırıyorum seneye emekli olursam sakal bırakacağım. Sakalla barışabilecek miyim bilmiyorum ona alışabilecek miyim daha doğrusu. Çok sert oluyor. Her halde her gün sıcak su ve sabunla yumuşatmalıyım onu. Berbere düzelttirmeli, taramalıyım. Temiz tutmalıyım onu. Dedelik yakışacak bana her halde. Hocam yazımı istemiş e maille. Herhalde gönderimi alamadılar. Telefon ettim ve tekrar gönderdim. Mustafa Miyasoğlu hakkında yazı. Derginin yeni sayısı yayınlanacak ama eski sayısı hala elime geçmedi. İnternet sayfasına da koymamış. Kitabım için de bir ilerleme kaydedemiyorum. Oysa antoloji. com ’da bölümlenmiş vaziyette hazır. Aşk Kitabı, Gizli Kapı, Sevgili Sultan Sarayım, Hayat Kitabı, Ölüm Kitabı gibi. Meraklısına notlar yazmalı mıyım? Belki de. Okuyucuya şiir üzerine fikir verir, şiirin üzerinde düşünme yolunu açacağını düşünüyorum da Atilla İlhan’ın doğru bir iş yaptığını düşünüyorum ve aynı yoldan belki de değişik bir tarzda gitmeliyim diyorum. Kemal Kahraman ve Hasan Olgaç, Ali Nar beyin yanındaymışlar. Hocalarını unutmamışlar. Mustafa Miyasoğlu rahmetlinin taziyesini yapıyorlar. Hasan Olgaç romanını yayınlamış. O romanı ilim dergisi Bengisu Sanat sayfalarında yayınladık. Kitabı daha göremedim ama yayınlanması beni sevindirdi kendi kitabımın yayınlanması gibi. Kemal Dolmabahçe müdürüymüş ona saygı göstermeliymişim. Olabilir dedim ama ben ondan büyüğüm. Düşündüm keşke anlı şanlı Dolmabahçe müdürü olmasa da küçük bir kasabada memur olsa ve edebi eserler üretse. Maalesef birçok yetenek böyle kayboluyor. Benim birçok tanıdığım genç yetenek böyle bazı makamların kurbanı oldu. Hikâyeleri Yaşar Kaplan’ın Aylık Dergi’ de yayınlamaya layık bulduğu Ömer Hazer küçük bir beldenin belediye başkanlığına kurban gitti. Kendisini ziyaret edip hikâyelerini yayınlamak üzere istediğimde annem yaktı onları diyerek geminin o limandan edebiyat limanından ayrılıp siyaset limanına gittiğini ima ediyordu. Nitekim kısa bir zaman sonra onu bir partinin ilçe başkanı olarak görmüştüm. Oysa onunla ne kadar ilgilenmiş bu alana kanalize olması için gayret sarf etmiştim. Yıllar önce bir yurtta müdürken rastladığım bir öğrencim çok güzel hikâyelerini bir daire başkanlığına feda etmişti. Hala yazıklanırım. Keşke o da basit bir memur, ya da öğretmen olsaydı da hikâyeci kalsaydı. Hikâyelerine yeni hikâye katsaydı. Yeni şiirlerimi yazıyorum. Ramazan-ı Şerif ayları bana kaynak oluyor. Bu Ramazan bereketinin bana yansıması. Bu Ramazan yazmayacağım demiştim ama beni nasıl zorlayacağını beklemeye başlamıştım. Evet, sökün etti yine. Bu şiirlere ne ad vereceğim diye düşünüyorum şimdi. Saraçhane parkına hücum ediyor binlerce kişi Mısır’daki darbecilerin katliamını telin için. Mısır’daki Adviye meydanının adını veriyor spiker Saraçhane parkına. Amerika tavır alıyor galiba darbeye karşı, en azından açık desteğini kesiyor. Darbeci Sisi de şikâyet ediyor ABD den kendisine gerekli destek vermedikleri için. Helikopterden ateş açılıyor yine ölüm kusuyor. Şimdiye kadar 2000 kişiyi aştı ölenler. Ayrıca kayıplardan bahsediyor. Mustafa hocam için anma yapılacakmış mesaj geldi bana Mehmet’ten, ya da ben öyle zannediyorum. Mesajlarımı kontrol ediyorum yok. Silmiş miyim yoksa hafızam mı beni yanıltıyor. Hayal mi görüyorum yoksa rüyada mı gördüm ben bunu şimdi hatırlamıyorum. Keşke bu doğru olsa. Ben de gidebilsem. Hiç olmazsa cenazesine gidemememin telafisi olurdu bu. Nihat Hatipoğlu’nun annesi öldü. Örnek bir anne. Her yönden. Babası Sünen İbn-i Mace’nin mütercimi bir müftü. Medine’de o pek sevdiği peygamberine komşu Cennet’ül-Baki de yatıyor. Baba, kayın baba, koca hep müftü, âlim, salih kişiler. Bu yıl ramazanda Ayasofya meydanında Hatipoğlu’nu binlerce kişi iftar ve sahurlarda dinledi.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 20.01.13
20.01.13 Bu çocuk bizi tahfif ediyor. Onurumuzu korumalıyız herkese karşı. Anlaşılan aynı dili konuşmuyoruz. Anlayış ve kültür farkı. İyi bir araba prestij sebebi. Bence bir şey olmayanlar arabayla bir şey olduklarını zannediyorlar. Oğlum özünde bir şey yoksa bir hiçsin sen. Dışardan hiçbir aksesuar sana bir şey katamaz … Hafızlar kamp yapacaklarmış. Eyvah Yunus yandı. Tatili dört gözle bekleyen adam düş kırıklığı yaşayacak. Ne yapacağız şimdi. Hocamız 'bir hafta tatil yaparlar' diyor. O yaşta çocuğa şiddet uyguluyor. 'Suratıma vuruyorsunuz 'diyor. 'Suratım domates tarlası gibi kızarıyor.' Dosyasından okuyorum. Hoca bir güzel bayanla konuşuyor. Oğluma soruyorum 'hafif hafif vuruyor değil mi? ' diyorum 'elimize de cetvelle vuruyor' diyor. 'Siz de yaramazlık yapıyorsunuz değil mi? ' diyorum. İnkâr etmiyor. Onaylamıyorum ama bilmek beni mutlu ediyor. 10 kişilik sınıfta şiddetin adı bile edilmez aslında. Ama kişinin yetişme tarzı gündeme getiriyor şiddeti. Ya ailede ya okulda şiddet görmüş çocuk eninde sonunda aynı yola başvuruyor. Mavuş konuşuyor babasının sigara ile ilgili bir anekdotunu aktarıyor. 'Seni çivilerim kulağından tavana' deyişini. Doğrudan onu suçlamayıp arkadaşını öne çıkarmasını. Mevlit kandilinde program yapacaklarmış gelmemizi istiyor oğlum. 'Olur' diyorum inşallah. Gelemezsem telefonla ararım seni. 'Ey Kutlu Peygamber' şiiri tıklama rekoru kırmış (50 bin) . Bir çok site aktarmış onu. Kimi müstearımı almış, kimi kendine mal etmiş onu. Şimdi onları dava etsem mi? Kimini uyarıyorum. Hepsini uyaramadım sıram gelmedi henüz. Kurtlar Vadisi sitesi hakaret ediyor bana.Şiirin benim olduğunu inkâr etmiyor. Memnun olmalıymışım şiirimi yayınladıkları için. Yok üste para da vermeli miyim acab? .Uyarma mesajımda onlara hakaret ediyormuşum.Yok öyle bir şey.Ben bu konuda titizimdir oldukça. Durmuyor orda, bana hakaret ediyor.Bu adam kendini ne zannediyor? Polat mı? Ben kim oluyorum burada bilmem? Artık seyretmiyorum da sırf bu yüzden belki de. Oğlum beni alıştırdıydı.Bazen izlemek istesem mani oluyor,' aynı yerde dönüyor' diyor. Yeni bir site yaptırdım adı; 'Bengisu Sanat'. Şiirlerimi orada toplayacağım tüm sitelerden eksilteceğim. Kitaplaştırma süreci de başlatmalıyım. Geç bile kaldım. Ortalığı müteşair topluluğu kapladı. Birkaç şiir kitabım hazır. İş basım sürecinde... Günlüklerimi toplamalıyım, deneme yazmalıyım, köşe yazısı,söyleşi...Artık kabuğumu çatlatmalıyım. Pespaye eserlerin yayınlandığı ortamda değerim anlaşılabilecek mi bilmiyorum? Yıllar önce Bengisu Sanat adlı seçki çıkarmıştım.Bir aylık gazete,bir okul dergisi çıkardım. Bunlar benim övünç kaynaklarım…
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 23.02.13
23.02.2013 Günlük Yayınlamaya başladım.En yeni günlüklerimi hem de. Eskilerini de yazarken yenilemeye çalışıyorum. Geçen eski bir günlüğü yeniledim. Tahkiyeyi kullandım biraz fazlaca. Bu bana gelecekte hikaye yazabileceğim düşüncesini ilham etti.' Yakın çevremin hikayelerini nehir roman tarzında yazabilirim' dedim kendi kendime. Babamın, dedelerimin, ninelerimin, hatta amcalarım ve kardeşlerimin. Kimi ilgilendirir bilmem, ama Nana adlı bir fahişenin hayatını anlatan Zola'dan cesaret almam hiç de yanlış değil bence. Bana evinden seyrek çıkıp eltisine giden ananemin sokakta karşıma çıkıp koynundan para çıkarması ‘al torunum bunu ben öldükten sonra ruhuma Kuran-Kerim okursun’ demesi az abidevi bir davranış değil herhalde. Hatta o evinden çıkmaya çıkmaya güneşten mahrum yaşayan kadının bir evliya önsezisi içinde olduğu düşüncesi hissettirmiyor değil. Ben o zamanlar ilahiyat öğrencisiyim… Belki de imam hatip okuduğum yıllar o yıllar. Abim de aynı okulda okuyor ve benden de başarılı.Kardeşim de bizden birkaç sene sonra aynı okulda okuyacak. Onun yalnız bana bu cömertliği yapması ve benim de bir 10 yıldır her gün bir cüz okuyarak geçmişlerime bağışlamakta olduğumu söylersem- riyakarlık olmasın- ne kadar haklı olduğumu anlarsınız. Hatta diğer torunların bu Kur’an-ı Kerim okuma işine pek sıcak bakmadıklarını söylersem ne kadar haklı olduğumu anlayabilirsiniz. Dahası babaannemi biraz hatırlasam, onun da ne büyük bir insanlık anıtı olduğu açıkça gözümün önünde canlanmıyor değil. Yemeden içmeden bütün ömrünü çalışarak geçirirken ne düşündü acaba? Fakirliğin ezici baskısından kendini ve ailesini kurtarmak isterken bugün benim refahımın en büyük amili olduğunu itiraf etmekten şeref duyuyorum. Koskoca bir sanayi arsası bugün için trilyonlar ifade eden servet… Hepsini rahmetle anıyorum bugün. Hele o dedem. Bembeyaz sakallı ahlak abidesi karıncaezmez insan… Bir düğünde sıkılan silahla yaralanan kendisini yaralayan adamdan hiç bahsetmeyen bu olayı bile anmaktan özenle kaçınan bir erdem örneği. Hayatı nice örnek olayla dolu, hatta baştanbaşa örnek olan insan. Mahallede hatta kentte sevmeyeni yoktur onun. Babası ve annesinin çok sevdiği okumuş evladı… Ömrünü öğrenmek ve öğretmekle geçirmişti. Fakirlikten dolayı çok geç evlenmişti. Çünkü tek işi Kuran öğretmekti ve bunun için çok az bir ücret alıyordu. Hiç bir zaman halktan aldığı üç beş kuruş dışında geliri olmamıştı. Kendisine verilen az ücretin fazla gördüğü kısmını da iade ediyor, bir kısmını da hayır işlerine; Cami-i Şerif, Kuran- Kerim kursu yapımına bağışlıyor, geride kalanını da hiç ellemeden Hanımı’na veriyor, onun bu tasarruflarına kızan kadının sözlü tacizlerine hiçbir karşılık vermeden katlanıyor, suratını bile asmıyor, hatta hafif hafif tebessüm ediyordu. Onun 30 yıl hem imam hatip hem Kuran-ı Kerim kursu öğreticiliği yaptığı Doğantepe köyünde çektiği eziyetleri babam acı acı anlatır, kendi tabiriyle dedemin muanatlığı (!) olarak görürdü. Namaz vakitleri dışında da hizmetini sürdürmesinden,hatta akşamları o zamanlar köyde kıraathane tabir edilen kahvehane bulunmamasından dolayı, camiyi kahvehaneye çevirdiklerini, hatta yanılmıyorsam caminin bir bölümünde sigara içmelerini, onların pisliğini temizlemenin yine babam ve dedeme kaldığını esefle anlatması hiç kulaklarımdan gitmiyor. Ve dedem öldüğünde na’şının köyün mezarlığına gömülmesini kabul etmemelerinde bu olayların etkisi olduğu kuvvetle muhtemel.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 25.02.13
25.02.13 Pazartesi Bugün neşeliyim oldukça. Pazartesileri erken kalkmama sebep olan oğlum Yunus mutlu ediyor beni. Onun arabanın arka koltuğunda Kuran sayfasını ezberleme gayreti büyük bir feyz kaynağı benim için. Onu bıraktım dershanenin kapısında. Sarığını sarmamı istedi. Yaptım. Beğenmedi. Hocan sarar ‘dedim. Yatakhanenin kapısını açamadı. Sınıfını getirdim bıraktım onu. Öptüm. Anneme gittim. Kaptı kilitli. Cama tıklattım. ‘Kapı kilitli’ dedim. Halama emretti açması için. Açamadı halam. Alttan anahtarı verdi bana. Kazağı verdim. Annem beğenmedi. Halamı unutmuştum. ‘Ona ver ‘dedim’ beğenmiyorsan’. Vermek istemedi ‘giymez ‘dedi. Halam gönüllü olmaktan kaçınıyor,ondan korkuyor besbelli. ‘Karda giyilir’ o dedi ‘çok kalın’. Meyve yedim. Biraz internete girdim. Günlükleri yayınladım. Sonra ayrıldım halam camdan el sallıyor. Geri gelip karşılık verdim. Anamın umurunda değil. Dernek kurmalıyım. Gençliğin sahipsiz olduğu bu ortamda bir gençlik derneği. Bengisu sanat düşünce ve irfan mektebi. Adı bu olacak. İçinde sanat,kültür,bilim ve eğitimle haşır haşır neşir olacakları bir dernek. Yetenekli gençleri toparlamalıyım etrafıma. Fen Lisesinden, İmam-Hatip Lisesinden, İzmit Lisesinden ve yayınladığım İlim dergisi yazar çevresinden… Osmanlı tarihi destanını yazıyorum. Ramazanname ‘den sonra bu eser bana İlaç gibi olacak… Fen Lisesi öğrencilerim yeni yeni açılıyorlar bana. Kadir güzel hikâye yazıyor.Sedanur deneme Feride hem deneme yazıyor, hem hikâye. Hikâye yarışması bu konuda anahtar olacak. Bir de okul dergisi… Antoloji.com’ da şiirlerimi bölümlere ayırıyorum. Aşk şiirlerine Aşk Kitabı. Doğa şiirlerine Yaşamak. Peygamber şiirlerine Tuhfe adı veriyorum. İsyan şiirlerine Kavgalar kitabı. Biyografik şiirlere Kahramanlar Kitabı. Tasavvufi aşk şiirlerine Sevgili Sultan Sarayım. Kitaba da şimdilik bu adı düşünüyorum. Günlüklerimi düzenlemeliyim. Biraz hikâyeye kapı aralamalı,oradan romana yol bulmalı emeklilik günlerim için. Sonra tiyatronun kapısın çalmalı. Biraz eleştirmeli edebiyat alanından. Yıllar önce yazdığım’ şairler geçidini ‘bulmalı. Yahya Kemal için yazdığım o kayıp çalışmaya ne demeli. Bir dergi çıkarmalıyım yeniden edebiyatı beraberinde getiren, düşünce ve inanç etrafında haleleşen bir grup kurmalı. Dergiyi profosyelleştirmeli. Adı Bengisu Sanat olmalı. Siteyi dolduruyorum. Bugün altı yüz kişi girdi diyor site üstelik doğru dürüst bir yerde adı edilmemişken. www.bengisusanat.com.tr http:www.bengisusanat.tr.gg
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 24.08.13 Cumartesi
24.08.13 Cumartesi Bu gün yeni evime yerleşebildim. Ah bu taşınma belası ne büyük yorgunluk. Geçen hafta kızımın düğününü yaptık, bu hafta taşındık. Daha evimde bir gece kalamadım. Annemdeyim. Dün gece eşimle oğlum ilk defa kaldı. Ben gündüzleri eksikleri tamamlamaya çalışıyorum Hatun günlerce temizlik yapıyor, bir yandan yerleştiriyor, bir yandan bana kızıyor. Müstakil ev benim hayalim. Sonunda hayallerime kavuştum. Şimdilik bahçeye hiç el vuramıyorum. Apartmanda gibi yaşıyorum. Sular idaresi loğarı yeni bağladı. O sırada arılar saldırdı yarım bırakıp kaçtılar. Sen tamamlarsın dediler. Bir de numarayı sordular ben de kuzu kuzu söyledim. Faturaya yansıtacaklarmış. Tam bir soygun şu ana kadar 1200 lirayı geçti masrafım hala da daha faturaya yansıtmaktan bahsediyorlar. Hatun bana kızıyor sen onlara üstelemiyorsun diye. Kimse işini tam yapmıyor, paraya gelince dünyayı istiyorlar. Akşam yeğen aradı SEKA parka gidiyormuş ‘sen de gelir misin’ dedi eylem varmış.’ Yorgunum’ dedim. Hatun gitmek istiyor, ‘stres atarız’ diyor. ‘Ben bu halde gidemem ‘dedim ‘psikolojik olarak hazır değilim.’ Sabah bana da mesaj geldi. Şevki Yılmaz konuşacakmış dualar edilecekmiş. Bu eylemler bana göre Türkiye’de kalkışılacak olan bir derin darbeye karşı güç gösterisi ve uyarı niteliğinde. Evet, ben de katılmalıyım aslında. Rabia tül Adviye benim çok sevdiğim bir kadın evliya. Çocukluğumda onun filmini izlemiş ve kızımın ismini ondan ilhamla Rabia koymuştum. O film bende İslami manada ilk fikir kıvılcımlarının uyanmasına sebep olan film. Başrolde Fatma Girik vardı. Şimdi bu eylemin o meydanda olması bende sıcak bir yakınlık, candan bir alaka uyandırıyor olsa da şu ara başımda olan gaileler beni olayın dışına iter gibi olmuyor değil. Annemin her günkü şikâyetleri, eşimin bitmeyen dırdırları bana her şeyi unutturuyor, üstüne üstlük borçlarımın yükselmesi, tayinimin çıkması beni bunca değişiklik içinde şaşkına çevirmiyor değil. Kafam hiç rahat değil, unutkanlıklarım arttıkça arttı. Her şeyimi kaybediyorum. Çevremi, dostlarımı, alışkanlıklarımı, kendimi toplamaya, yeniden toparlanmaya çalışıyorum. Aklımı toplamaya, düşüncelerimi dağıtmaya çalışıyorum. Şiir yazmaya zorunlu ara verdim. Çünkü o ortamı bulamıyorum artık. TV’yi bağlayamadık. Müthiş bir sessizlik hâkim evde. Balkon serin. Karşımda İzmit’in ışıklı manzarası. Ben yazımı yazıyorum. Şimdi tarhana çorbası içtim. Müthişti. Etraf yemyeşil. İnşallah bu doğal manzara bozulmaz. Börtü böcek gırla gidiyor. Hatun tiksiniyor. ‘Hayvanlardan zarar gelmez’ diyorum ‘sen insanlardan kork.’ Evin yolu yeni açıldı. Ben bin bir zahmetle açtırdım. Devamını getirdiler zenginler. Adamlar direklerine lamba bile taktırmışlar. Büyük bir site yaptırıyorlar galiba havuzlu olacak. Sondaj vuruyorlar. Ey Allah’ım para nelere kadir. Şimdi havuzlu siteler moda. Bir yakınımız arsalarını kat karşılığı müteahhide devretti.100 daire aldı çoğu kendinde 10 ar daire dağıttı 4 oğluna. İçlerinden biri benim eniştem. Düğünüme gelmedi sonradan aradı pikniğe gitmişlermiş de gelememişler. Adamın özrü kabahatinden büyük. Hiç olmazsa öyle söyleme be adam. Öyle kırdı ki özellikle bu söz kalbimi. Çocuklarının düğününe gittim. Biri öğrencimdi zaten. Yazık yazık. Dindarlığı sorsan kimseye bırakmazlar. Geçenlerde babası da havuza giren çıplak kadınların evinin yakınlarını sardığından bahsediyordu. Arsalarını verirken neredeydin diye sorasım geldi ama soramadım. Bir arkadaş mesajla haber alıp geldi. Gelmeyen gelmiyor ne yaparsan yap. Adamın yedi sülalesinin düğününe de gitsen faydası yok. Dünyanın hediyesini götürsen de faydası yok o seni adam yerine koyup gelmez. İçimden diyorum acaba cenazesine de mi kimseyi beklemeyecek mi bu adam. Nasılsa parayı da bulmuş. 10 daire 600 liradan ayda 6000 TL gelir var ayrıca emekli maaş. Oh yan gel Osman bir araba bostan. Sorsan ömrü boyunca insanlara akıl vermiş öğüt vermiş insanlar bunlar. Kıpti’yi vali yaparsan tutar babasını asar.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 27.06.13 Perşembe
27.06.13 (PERŞEMBE) Gide, Stendhal’in günlüklerini okurmuş sürekli. Dostları yadırgarmış. Ben de onunkileri okudum durdum ömrüm boyunca. Gide hep benim dostum sırdaşım olmuştur, dostum sırdaşım demeyelim de öğretmenim diyelim isterseniz. Onun Dünya Nimetleri şiir gibi gelmiştir bana. Şiir kitaplarını da böyle okurum hep. Fen Lisesi öğrencileri de şaşmıştır bu an belki de. Bir dönem bir şiir kitabını yanımda taşıdığım, ara ara okuduğum olmuştur. Behçet Necatigil’i, Atilla İlhan, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu sırdaş ve dost edindiğim yazarlar. Bir ömür onları okudum durdum. Fakültede öğrenciyken Dağlarca’nın Çocuk ve Allah’ını keşfetmiştim. Öğretmenliğimin ilk yıllarında yanımda taşıdım onu hep. Sonra Karakoç’un Leyla ile Mecnun’unu. Bir ara Çile’yi taşıdım durdum. Hep bir kitap yanımda oldu zaten. Gide ’nin eseri bir gülük yanında gezi yazısı sanki. Evliya Çelebi’ni n Seyahatnamesi de böyle bir eser galiba anı günlük tarzında bir seyahatname. Bazen çok fazla bunalıyorum. İlk fakülteden atıldığım psikoloji. İşlere yetişememek, bir karar verememek benim psikolojimi bozuyor. Tatilin tadını alamıyorum. Akşam geç vakit eski defterlerimi karıştırırken Mehmet Kahraman’ın telefonunu buldum. Kızıma yazdırmıştım her ihtimale karşı. Aradım. Sağ olsun cevap verdi. Hikâyeler. Net’te ondan bahsetmiştim. Yeğeni iyi yazar Fatma Kahraman Yıldız ‘ben onun yeğeniyim ‘diye açıklama yapmış yorum kısmında. Teyit ettik. Görmedim dedi, ama yeğenim bahsetti. Eskileri andık. Selahaddin İpek rahmetli olmuş, Atasoy Müftüoğlu Eskişehir’deymiş. Mehmet Bayyiğit Balıkesir İlahiyatın dekanı olmuş. İbrahim Demirci’den bahsettik. İbrahim Sarı Diyarbakır Üniversitesi dekanı iken bir suikasta kurban gitmiş. Basılı eseri olup olmadığını sordum. Benim sorunum da o ya. Hala bir seçki ve iki dergi yayını dışında basılı bir eserim bile yok. O iki eser basmış. Biri Leyla ile Mecnun’un romanı. İlgimi çekmedi değil. Bu isimdeki tüm eserler ilgimi çeker zaten. Gençliğimde yazdığım ilk tiyatro eseriydi. Hiçbir zaman oynanmadı ve yayınlanmadı. İlk gençlik eserlerimden biri. Müsveddeleri bile yok şimdi. Nuri Pakdil Ankara’daymış. Onunla yolu iki kez kesişti. Bir Çalışma Bakanlığında müşavir iken. Yanında Necati çelik vardı iş arkadaşıydı ben de onu liseden arkadaşım olduğu için ziyarete gitmiştim. Tanıştırdı bizi, ama o başka bir âlemdeydi. Bir de Çağrı yayınlarında görmüştüm ona, Le Monde okuyordu. Ben hep onun iyi bir okuyucusu olmuşumdur. Edebiyat dergisini de yıllarca takip ettim. Onu bana tanıtan Mustafa Miyasoğlu ve Ali Nar hocalarımdı. Erzurum edebiyat evlerinde tanıdığım Beşir Atalay ile sonradan hiç görüşemedik. Birkaç defa Ankara’da kendisin aradıysam da buluşamadık. Zafer kitabevi uğrak yerimizdi. Yine edebiyat evlerinden tanıdığın Ersin Gürdoğan ’la da İstanbul’da ortak uğrak yerlerimize rağmen. İsmet Özel’le de orada karşılaşmıştık. Cinayetler Kitabı’nı yeni çıkarmıştı. Ersin bey beni ona kitabın isminin nedenini sormam için sıkıştırdı. Sormak zorunda kaldım. Ağladı. Üzüldüm. Şöyle bir cevap verdi. Her köşe başında cinayet işlenirken neden Cinayetler Kitabı adını koymayayım kitabıma. Hüdavendigar camiini izliyorum belgeselde. Alt katı namaz için ayrılan mabet üst katında medreseyi barındırıyor. Ecdadımızın ilme verdiği öneme bakın. Bu eserlere hayran olmamak mümkün değil. Ne düşünce ne ustalık, ne akıl. Hepsi bir şaheser, hepsi türünün en iyisi, hepsi mükemmel.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri 25.06.13 Salı
25.06.13 (SALI) Tayin işim tamam. Sınavlarda görev alamıyorum. Emekli olma fikri iyiden iyiye beni zorluyor. Ne yapsam bilmem ki. Mahkeme yolundan vazgeçsem mi? Bu durumda biraz danışmalıyım çevreme. Yine sıcak olacak bu gün. Farkında eğilim henüz. Korkudan evden çıkamıyorum ki. Oysa yapacak işlerim var. Doğalgaz firmalarıyla görüşmek, topladığım kuponları bayie götürmek, iş mahkemesi hâkimiyle konuşmak, bilgi almak. Hilmi abiyi aramalıyım bu ara. Adam tatile gitmiş. Oysa bize Sedaş ’tan yeni bir randevu alması gerek. Ben kendimdeki ataleti anlayamıyorum. Hafta sonu İzmir’e gidecek miyim bilmiyorum. Atatürk Üniversitesi mezunları toplantısına gitmek için mahalle baskısı var üzerimde. Oysa hiç müsait değilim. Borçlar boyu aştı. Kredi kartları zorlanıyor. Düğün masrafları, inşaat harcamaları, çocukların ve evin giderleri belimi büküyor. Sülüklerim var takılacak. Her akşam onlara bakıyorum. Sularını değiştiriyorum hayvan sevgimi b öyle tatmin ediyorum galiba. Eve kuş alamamak, balık besleyememek hep içimde ukde oldu kaldı. Eşim bu konulara sıcak bakmıyor. Ben de bu yüzden hayattan kopuyorum. Bir tek şiir beni hayata bağlayan. Kitaplarımı da yeni eve taşımış olmam bazen bana bir tarafım eksilmiş gibi geliyor. Gece balkonda yattım ama daha önceki gibi rahat edemedim ama nedenini anlayamadım. Geç vakit uyudum. Ama püfür püfür esinti çok hoştu. Ev sıcaktı ama bana serin geliyordu. Gece balkonda uzun zaman oturmam serinletmişti beni. Bu evden ayrılmak anlaşılan bana çok zor gelecek. Alışkanlıklarımdan vazgeçmek bana zor gelmiştir hep. Bu evde 11.yılım. Dile kolay. Bir de babamın evinde kaldım bu kadar. Oysa bu ilçeye hiç alışamadım. Bakalım köye alışabilecek miyim? Annem, abim iki yakın akrabanın yanı. Bakalım ne yapacağız. Burada kardeşim hep problem oldu. O çıktı ben rahat ettim. Bana yaptıklarını üst katta futbol oynadığını söylediğimde bir de bana hakaret etti. O zaman Adapazarı’nda çalışıyordu. Hafta sonları evine geliyordu. Eşyasız evde çocuklarıyla top koşturuyordu aşağıda insan yaşadığını düşünmeden. Ben de anneme kaçıyordum ailece. İnsan bu kadar umarsız nasıl olabiliyordu anlamıyordum. Ne söylesek anlamıyorlardı. Taş duvar kesilmişlerdi. Şimdi yukarda kiracısı var. Rahatız. Evde ufak çocuk olduğu halde o kadar rahatsız etmiyor bizi. Hatun gelinlikçiye gitti sabah. Gelinlikçi damadın akrabası. Kadın daha önce işçiydi kocasının çalıştığı fabrikada. Şimdi birsiyle ortak dükkan açmış. Ne çalışkan insanlar var. Kayın validesi çocuklara bakıyor. Üstelik sadece onlara değil diğer torunlarına da. Çünkü diğer gelini de çalışıyor. Hükümet sözleşmelileri kadroya geçiriyor. Eylemlerin etkisi mi bu? 4C unutuldu yine. Asıl mağdur onlar. Engellileri öğretmen yapacak. Bu iyi bir gelişme. 650 kişi çok değil. Ülkede bir sürü engelli var en azıdan onlar için kendilerinden onları daha iyi anlayacak bir eğitici bulamak iyi bir durum. Eylemciler gözaltına alınıyor. Bu iyi. Ülkede kanun hakimiyetinin sağlanması gerek.
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri Bir Pazar günü
GÜNLÜK Bir Pazar günü Bu ne Pazar Ya Rabbi. Kendini günler öncesinden haber verdi. Hayatımın en muhteşem pazarlarından biri. Oysa ben pazarları hiç sevmem. Pazarlar da beni sevmez bilirim. Ah bu Pazar günü her şeyi altüst etti. 'Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer.''Bu pazarın sırrı burada saklı. İlim Yayma Cemiyeti. Hayatımda büyük yeri olan bu cemiyet. Yıllar önce Alemdar caddesinde şubesi açılan bu cemiyet. Raif Özman apartmanı…76 _80 arası… ihtilalle noktalanan bir devre. Bu Pazar bana bu devre anılarımı tazeledi ve onun için de dedim; geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Ah neydi o günler… Eğitimle ilk kez bu denli haşır haşır neşir olduğum yıllar… Rahmetli Abdurrahman Keskin ve daha niceleri. Bu cemiyetin şubesinin açılışında kimlerin emeği yoktu ki. Ali Nar, Kemal Unakıtan vb. Aynı binada Akıncılar, MTTB, Fakirlere Yardım derneği. Ve bir yurt. İYC Kocaeli Orta Öğretim yurdu… Ve orada önce belletmen sonra müdür olarak geçirdiğimiz iki küçük sene. Maddede küçük ama manada büyük iki sene. Ve sonra Yaşar, Osman; Dursun, Ahmet Kasım, Özsoylar(Hamdi, Ali) , genç yaşında hayata veda eden Âdem, Halit (molla) Dilaver, Recep, Tahir, Ali, Mehmetler (Özkök, Kocakoç) , Davut, Mustafa, iki Halil, Şahin, Avni İşte o sevimli gençler şimdi büyümüş koca koca adamlar olmuşlar dahası 3, 4 çocuk babası, hatta torun sahibi dedeler… Bir kaçı hafız, kimi şair, kimi şimdi yayıncı, yazar, kimi öğretmen, kimi eczacı, bazıları imam, kimi müdür… Ne günlerdi o günler… Konferanslar, seminerler, öğrenciler arası yarışmalar, Kültür klüpleri mesela biri aklımda (aksa) …İmamet, hilafet tartışmaları. Toplu namazlar, cemaat aşkı… Hafız Osman'ın yaramazlıkları, Ali'nin şairliği ve sonra çıkardığımız ‘Muallâka' ve ‘Banet Suat' duvar gazeteleri… Muallaka'yı şimdiki İlim'le, Banet Suat'ı Bengisu Sanat'la ilişkilendirelim. Bugünkü mevkutelerimiz o zamanki filizlerin çınarı… O zamanlar bizi en çok üzen olay da Aden Paycı'nın ölümü oldu. Yurt kapanmıştı 12 Eylül sonrası. Âdem İmam Hatip Lisesi öğrencisi… Son sınıfta herhalde. Bir haber. Âdem boğuldu gölde. Hangi göldü şimdi pek anımsayamıyorum. Çayır köy baraj gölü olabilir. Tertemiz, pırıl pırıl bir gençti Âdem Allah rahmet etsin. Akılma Yunus'un bir dörtlüğü gelir ne zaman bir genç ölüm duysam. Bu dünyaya bir nesneye /yanar içim göynür özüm/yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi…'' Ahmet Kasım Semerkant yayınlarında önemli görevler üstleniyor. Mevlana'dan Hikâyeler kitabında imzasını görünce pek duygulanmıştım. Hele hele beni Semerkant'ta, Mostar'da yazmaya davet etmesi, bu kadirşinaslık örmeği beni ziyadesiyle memnun etti. Gerçekleşmese de bu vefa bir olgunluk eseri. Bakalım nasipse olur. Dursun'un Düzce'de konferans vermeye daveti de bir başkaydı. Düzce belediyesindeki görevi dolayısıyla yaptığı hizmetler beni duygulandırdı. Osman Pulcu alçakgönüllü tarih öğretmeni… Abisi Ömer Fevzi Mostar'da dağıtım görevlisi. Osman'dan Tarihi konularda yazı yazmasını beklemek hakkımız. Yoksa öbür Osman yazarlığa soyunacak, bak karışmam. Tahir Özden'in Kuranı Kerim kıraati müthiş. Giderayak onu Mehmet Özkök'le karıştırdım özür dilerim. Ama mazur görün bir kısa kış gününde bu denli şey öğrenmek ve dahası geçmişi hatırlamak kolay şey değil,bir tasavvur edin. Hayatımda ilk kez burada bir plaket aldım. Heyecanlandım. Poz vermekte güçlük çektim. Utandım. Hiç beklemiyordum. DİPNOT Şimdi bu gençlere bir şeyler de buradan söylemek istiyorum… Bulunduğunuz yerlerde elbette hizmet ediyorsunuz ama yetmez. Mademki ‘ ilim yayma cemiyeti'ni hatırlıyorsunuz. Onun hizmetlerini anıyorsunuz. Bayrak burada kalmasın, kalmaz da kalmayacak ta. Bulunduğunuz yerlerde ilim yayma ve benzeri cemiyetlerde hizmet için yarışın. Bir öğrenci yetiştirin. Yardımlarınızla katkıda bulunun. Özel okullar açın ana okulları, yurtlar konferanslar, yayınlar. Ya da katkıda bulunun bunları yapanlara…
Ahmet Kemal
Z Arkadya Günlükleri21.09.13 Cumartesi
21*09*13 (Cumartesi) Dün akraba ziyareti vardı. Toplantı demek lazım buna. Akraba toplantısı. Bunu birkaç yıldır yapıyoruz. Kardeşler toplanıyor. Bunu ben teklif ettim. Sevabının benim haneme yazılmasını umuyorum. Birkaç kez vazgeçmek, sona erdirmek isteyen oldu. Mani olduk. Daha sonra onlar da böyle bir niyetleri olduğunu ve bunu açıkça deklare ettiklerini unuttular. Yıllar önce amcalarımız yapıyordu bunu. Sanırım abimin fikriydi bu. Abim cemiyetçi bir adam. Çok ilginç bir tip. Ömrünü sosyal hayata adamış. Evden çıktığında bir daha geri dönemiyor. O dernek senin bu cemiyet benim, o etkinlik senin bu etkinlik benim. Neyse konumuz o değil. Onu müstakil bir yazıda anlatmayı düşünüyorum. Hatta bu bir hikâye olacak kafamda kurguladım yazmaya da başladım. Annem dedem babam amcalarım dayılarım teyzelerim halalarım. Kısaca ailemin hikâyelerinden oluşacak bir roman. Eninde sonunda bunu başaracağım. Allah izin ederse diyorum. Ama kararlıyım. Günlüklerim, şiirlerim, aktüalite yazılarım ve en son hikâyelerim. Buna kitap tanıtımı yazar tanıtımı ve eleştirilerimi de ekleyebilirim. Çocuk masalları bir zamanlar denediğim türdü. Bakalım bir daha ona dönebilir miyim? Zor. Şimdi elimde bir Tarihi destan var. Onu tamamlarsam başka projelere geçebilirim. Neyse. Şimdilerde günlük tahlil yazılarından başka bir şey yazamıyorum. Onlara deneme adını veriyorum ama değil biliyorum. Çok renkli bir okula geçtim. Fen lisesinden sonra burası bakalım bende nasıl bir etki bırakacak. Bu yıl son yılımı çalışıyorum sanırım. Emekli olup özgür yaşantının tadını çıkarmayı düşünüyorum. Projelerim var onları gerçekleştireceğim. Gerek yazım gerek yaşam gerekse eğitim projeleri bunlar. Yazım alanında eserlerimi basmak, yaşam alanında daha hür bir ortam, bahçe işleri ve hayvanlarla çevrili doğal bir hayat. İdeal olarak bir sosyal hayat dernek ve giderek vakfa dönüşecek anaokulu projesi. Bengisu sanat düşünce aksiyon ve hikmet evi çalışmaları. Gençleri sanat yöneltecek bir proje. İçinde sanat ve spor etkinliklerinin, düşünce çalışmalarının, okuma faaliyetlerinin yapıldığı bir cemiyet çalışması. Bir sosyal proje. Bu projenin finansmanı Avrupa birliği fonlarından karşılanabilir mi bilmiyorum. Yoksa durgun hayır kaynaklarını harekete geçirmek mi olur şimdilik bir fikrim yok. Kamplar yapılabilir, okuma evleri, bilgisayar kafeleri, sanat grupları, ebru ve hat eğitimleri, seminer ve konferanslar, burslar ve yurt çalışmaları. Gençliği çocukluktan başlayarak kapsayacak bir proje. Sosyal hayatı tamamen kuşatacak bir proje. Genç kızları, evlenecek delikanlıları, dul kadınları, yaşlıları kuşatacak dev bir proje. Bu proje öyle büyük olmalı ki ses getirsin ve toplumun yarasına merhem olsun. Diyeceksiniz yapabilir misin? Yapamazsam da bu yolda ölürüm ya. Hacca giden karınca misali. Ya da Nemrut ateşine su taşıyan karınca örneği. Bu bana yeter. Bir dava uğruna yaşamak ve ölmek. Hayatın ve ölümün en seçkini budur bence. Yoksa küçük hesapların peşinde bir ömürden ne çıkar. Evimin inşaatını ve bahçemi bu amaçla düzenlemek projemin somut ilk adımı. Bir dernek kurmak ve bu çerçevede adım adım ilerlemek. Bir yandan yazmak, bir yandan yaşamak. Bu amaçla çeşitli kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmak. Büyük davaları küçük hesaplara kurban edenlere karşın küçük hesaplarda kaçıp büyük davaya koşullanmak gerekli artık.
Rahim Zor
z-Bir Damla Göz Yaşı
Bir Damla Göz Yaşı Ne hikmettir bu dünyaya gelen ağlar giden ağlar,demiş Koca Seyrani. Yer yüzüne, bir nevi çamurun içine gelen Ademoğlu, sevinir ağlar,üzülür ağlar. Ağla gözlerim sen de ağla. Bir mirasçının ağlaması gibi değil,işlediği suçtan pişman olup ağlayan gözler gibi ağla. Birlikte ağlamak! Ah o göz yaşları nasıl da tatlıdır. Nasıl da yaklaştırır kalpleri birbirine.Veda Hutbesi’nde göz yaşı döken mü’minlerin göz yaşları ne güzeldir. Bir de timsah göz yaşları türünden ağlamalar vardır. Timsahların avlarını öldürüp yerken göz yaşı döktüğünü duymuşsunuzdur. Meğer bu merhametten ya da pişmanlıktan dolayı değilmiş. Timsahların gözyaşı bezleriyle tükürük bezleri aynı kanala bağlıymış. Hayvanın bünyesi yediği eti sindirmek için tükürük salgılarken aynı zamanda tükürük de üretmekteymiş. Avını yerken ağzını o kadar büyük açıyormuş ki çene kemikleri bu bezlere baskı yapıyor ve gözlerden yaş dışarı akıyormuş. Bazen büyük acıları metanetle karşılayan kadınların küçük şeyler için göz yaşı dökmelerini nazıl izah edebiliriz? Kadınlar güçlüdür sözü tartışılabilir ama ’Kadın değil, ana güçlüdür.’ sözüne şapka çıkarırım. Kadınların ya da genç kızların göz yaşlarında her şeyden biraz bulunur, ama erkeğin bir damla göz yaşında ne büyük cehennemler vardır, derler. Bu yüzden kadınların göz yaşları çoğu zaman bir tuzaktır. Ne güzeldir iffetli kadınların göz yaşları.Ne güzeldir ak sakallı bir ihtiyarın gözündeki yaş. Kaybedilen bir dava arkadaşının ardından dökülen göz yaşı ne güzeldir. Zor bir hastalığı doktorların bütün tavsiyelerini eksiksiz yerine getirmesine rağmen yenemeyen, kazanılması güç bir yarışı olağanüstü çabalarına rağmen kazanamayan bir insanın, sessizce ciğerlerine akıttığı gözyaşları yakar bütün yürekleri. Hem yetim, hem de öksüz kalmış bir çocuğun,zeytin gözlerinden dökülen billur tanesi göz yaşları,gamzeli yanaklardan süzülür akar da hüzün göllerine. İnsanlar geçerler de defalarca o yoldan,görmezler incecik boynuyla rüzgâra yenik düşmüş çoban efkarlı hüzün çiçeklerini. Ağla gözlerim Afrika çiçeklerine. Afrika bakışlı çocuklara ağla! Zalim bir avcının soğuk namlusunun ucunda kayalıklara tırmanan nazlı bir ceylanın ciğerlerini patlatırcasına direnmesi ve sonra ciğerindeki kurşunlarla, avcının çizmesinin önünde kendini bulması ve kirpiklerinde bir damla göz yaşının öylece asılı kalması ah nasılda işler ciğerlere. Ağla gözlerim Kerbelâ bakışlı savaş çocuklarına.Lanet olsun petrol savaşlarına. Filistin’de Ruanda’da Irak’ta vurulup kendi kanına yığılan çocuklara ağla.Ah çocuk! Yere uzanmış çocuk. Umuda uzanmış çocuk! Yüzündeki tebessümle cennete uzanmış çocuk. Rabbim! Dağlar yıkılmıyorsa rahmetindendir. Denizler kaynamıyorsa merhametindendir. Yıldızlar dökülmüyorsa hikmetindendir. Kimi acılar yüz yıllar geçer de unutulmaz. Sönmez yüreklere bıraktığı ateş. Ağla gözlerim bir kaşık suya hasret giden Kerbela yiğitlerine. Nasıl da kıydılar çöl çiçeklerine. Ağlamak format atmaktır ruhlara. Temizlenmektir virüslerden. İnsan olmaktır ağlamak. Ağlamak estantenedir kimi zaman fotoğrafçı sergilerinde. Çoğu zaman siz de yakalarsınız o estanteneleri. Estantene dediğim bir andır,kısa bir an, gördüğünüzü hafızanıza kazır da silemezsiniz bir ömür boyu. Sizin gördüğünüzü kimse görmemiştir. Elinden şekeri alınmış bir çocuğun akıttığı göz yaşı anını,savaştan dönen yiğitleri karşılayan kadınların ve çocukların arasında,o sevinç çığlıkları arasında,kocasını göremeyen taze bir gelinin yüzündeki acı... Kimbilir siz de göğü titretecek nice estanteneler yakalamışsınızdır. Ağlamak aşktır. Aşk da sevgi. Sevgi var olmaktır. Bir damla göz yaşıdır var olmak. Bir damla göz yaşında dirilmek ümidi ile....
Ahmet Kemal
Z Biyoğrafileri Hocam Mustafa Miyasoğlu
HOCAM MUSTAFA MİYASOĞLU 1946-2013. Şair, yazar. Yeni Sanat dergisini çıkardı. İyi bir romancı. Kaybolmuş Günler, Güzel Ölüm önemli romanlarından. Edebiyat geleneği denemelerini topladığı eseri. Devran şiir kitabını yayınladı. Biyografi türünde Necip Fazıl ve Asaf Halet Çelebi isimli eserleri var. Bu kitabi bilgiler yanında tanıdığım Miyasoğlu’ile geçen günlerimizi ve dugularımı sizlerle paylaşmak isterim: Mustafa Miyasoğlu vefat etti dün. TV haberlerinden öğrendim gece saat: 02.00’lerde. Sonra bir arkadaşım aradı. Yarın Fatih Camiinde kılınacak namazı diyordu. Ben de birçok arkadaşımı aradım onun öğrencisi. Birçoğuna ulaşamadım. Sonra Hocam Ali Nar’ı aradım. O da bir iki saat gecikmeyle döndü bana. Yeni uyumuştum sahurdan sonra sabah namazını beklemiştim de telefon sesine uyandım. Ali Nar’dı. Konuştuk başın sağ olsun dedim o da başımız sağ olsun dedi. Onu nasıl tanıdım. 1972 yıllarıydı. İzmit İmam Hatip Lisesinde okuyorduk. Okulun ilk öğrencileri ve tek son sınıfıydı. Miyasoğlu’nun tabiriyle başarıya adanmış 35 kişiydik. Ali Nar Meslek dersi hocamızdı ama edebiyat dersine de giriyordu. Geniş kültür ve engin bilgisiyle bizi aydınlatıyor farklı bir öğretmen profili çiziyordu. Birkaç ay geçmedi ki edebiyat derslerine yeni atanan bir öğretmenin geleceği duyurdu. İşi ehline devrediyoruz dedi. Gelen öğretmenin Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ekoluna bağlı olduğunu, O’nun derslerinin bize çok yararlı olacağını vurguluyordu. Ertesi gün saçları oldukça gür genç bir öğretmen derse girdi. Sınıfın çoğu Urfa gezisine gitmiş, birkaç arkadaş kalmıştık. İlk ders bize M. Akif’i işlemiş Akif’in milliyetçi değil, ümmetçi olduğunu söylemişti. Şaşırmıştık. İlk kez böyle bir bilgiyle karşılaşıyorduk hem de o güne kadar hep karşıt söylemli edebiyat öğretmeni yerine bizden bir edebiyat öğretmeni ile karşılaşıyorduk. Hocamızın sanatçı yanını yavaş yavaş fark ediyorduk. O sıralarda alt sınıflarda öğrenci olan İsmail Borlak’a yakın bir ilgi gösteriyordu biz onu kıskanıyorduk. Okula yeni atandığı zamanlardı. Okul pansiyonunda nöbetçi öğretmen olarak kalıyordu. Akşamları Kaybolmuş Günler’i temize çekiyordu. İsmail'le beraber.Bir zaman sonra roman Milli Gazete’de tefrika edilmeye başlandı. Hocamızın romanın yayınlanması bizi mutlu ediyordu. Romanda o sıralar yeni okuduğumuz Huzur Sokağı ve Minyeli Abdullah’ın diyalektiğini arıyor ama bulamayınca düş kırıklığı yaşıyorduk. Hocamızın böyle bir romanı yazma nedenini sorgulamaya ve yer yer onu eleştirmeye başlamıştık. Sonradan evini İzmit’e taşıdı. Tahsin Pay beyin Cengiz Topel caddesindeki evini kiralamıştı. Vakıflar yurdunda seminer verecekti. Beklemeye başlamıştık. Telaşlı ve yorgun gelmişti. TV satın almıştı evine. Bayağı şaşkındı. Ben de bugünlerde yeni öğrendiğim bir ayet mealini aktardım: Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde hayır vardır diye. Yıllar sonra o ayetin tefsirini öğrenecek ayeti sırf hocama yararlanmak için onun haline tercüme ettiğimden dolayı kendime kızacaktım. Ayet savaşta düşman üzerine atılmanın kendini tehlikeye atmak olduğunu iddia edenlere karşı inmiş savaşta geri durmanın asıl tehlike olduğunu ihtar ediyordu. Bu olayda öbür ayet sizin şer bildiğiniz savaşa katılmak düşmanla çarpışmak hakkınızda hayır sizin hayır bildiğiniz savaştan geri durmak şerdir’ ifadesiydi. Ben çok alakasız bir uyarlama yapmıştım. Okulu bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım ama okulumdan ayrılamıyor onu sık sık ziyaret ediyordum. Miyasoğlu hocamın uyarısı yanlışımı bana fark ettirdi. Sen bu okulu bitirdin artık üniversiteye alışmalı geri bakmamalısın anlamında. Oysa ben burada gördüğüm ilgiye takılmış kalmıştım suda geçen atın kendine bakıp boğulması gibi. Atın başına vurulup geminin çekilmesi gerektiği gibi. O beni uyaran bir dost olmuştu. Kişiliği, davranışları, sanatla iç içe oluşu, inançlı ve ibadetine müdavim oluşu, dahası İmam-Hatipli olmadığı halde bizimle aynı dünya görüşünü paylaşması ufkumuzu aydınlatmış, kendimize güvenimizi artırmıştı. Daha sonraları kendi çıkardığı dergiyi bizzat kendi eliyle okula getirip bize ulaştırması bizim dünyamızda edebiyatla sanatla yüz yüze gelmemizi, hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki iç içe olmamızı sağladı. O adeta bizi yerel olmaktan çıkarıp evrensele taşıyan bir köprü, bir vasıta olmuştu. Hatta hatta o bize bir öğretmekten ziyade bir usta, başka bir deyimle üstat olmuştu. Bir kezinde okula yakın bir kütüphanede karşılaşmış benden ateş istemişti. Yok dedim. Anadolu’da ateşi olmayana adam demezler demişti. O gün bana elindeki Milliyet Sanat dergisini ödünç vermiş ve kısa zaman sonra da iadesini istemişti. Ben de itinayla emrini yerine getirmiştim. Ödünç olan tüm eserler gibi en ufak bir yazısına kadar ezberlercesine okumuş, daha sonra o tür sanat dergilerinin ısrarlı bir takipçisi olmuştum. Okulda bir yılı bile tamamlamayan bir öğrenci –öğretmen ilişkimiz olmuş ama onunla aramızda uzaktan da olsa bir usta çırak ilişkisi oluşmuştu. İlahiyat fakültesinden atılıp edebiyat fakültesini kazandığımda beni sıcak bir ilgiyle karşılamış eserlerinin bir takımını hediye olarak takdim etmişti. İki yıl önce Ensar vakfı genel merkezinin iftarında karşılaşmış yazım aktivitelerimi sormuş ben de ona internet sitelerinde şiirlerimi yayınladığımı söylemiştim de yüzünde memnuniyetini belirten bir ifade parlamıştı. Günlük gazetelerde yazdığı edebiyat yazılarının tiryakisiydik. Düzenlediği edebiyat sayfalarına katkıda bulunduk. Daha ne söyleyelim onun bu ince işçiliği, ısrarlı ve inatçı ustalığı çevresindekilere yön verici üstatlığı unutulamaz. Biz onu bir alp eren, bir medeniyet ustası, bir gizli kahraman olarak anacağız ve rahmetle yâd edeceğiz. Böyle gizli ve gösterişsiz, hesapsız ve riyasız yetiştiricilere, asil ustalara muhtacız. Allah taksiratını affetsin ve gani gani rahmet etsin.
Ahmet Kemal
Z Biyoğrafileri Ufkumuzda Doğan Güneş Necip Fazıl
UFKUMUZA DOĞAN GÜNEŞ-NECİP FAZIL 1 Anı Aylardan Mayıs..Doğum ve ölümü aynı ayda olan bir şair.Mayıs ayını şereflendiren şair..Büyük Doğu.Bu çağda İslam’ın yakılıp yıkıldığı bir çağda onu alıp yücelten küçüklükten büyüklüğe eriştiren ona geçmiş günlerdeki onurunu kazandıran büyük dava adamı Said i Nursi gibi Mehmet Akif gibi bir dava ve ideal insanı..Sultan Abdülhamit’in küçülmesine mani olamadığı doğu dünyasını hiç değilse manada yücelten insan.Yeni bir dirilişin ilk kıvılcımları.Doğuyu sarsan adam..Uzun süredir uyumakta olan bir devi uyaran uyandıran müslamana İslam insanına özgüvenini kazandıran insan. İslam bayrağını yerlerde sürünmekten kurtaran’’ Doğsun Büyük Doğu benden doğarak’’ deyip doğuyu yeniden büyük doğuşa zorlayan büyuyük dev. Onu ne zaman tanıdım.Yıl 1974 Erzurum.Bir konferans öncesi akşam namazını eda etmek için camiye gidiyor..Bir kaç üniversiteli..elini öptük.Hoş geldiniz.İmamın arkasında duruyor. Kendinden geçmiş bir eda ile namazını kılıyor.Tam bir vecd hali.Tam bir cezbe.Allah kulunu namazda kendine çekiyor.Kendinden geçme hali..İşte namaz bu.İlk örneğini onda gördüm..Onu Hasan_Basri nin sahabi için söylediği ‘’onları görseydiniz deli zannederdiniz, onlar sizi görselerdi bunlar Müslüman değil derlerdi’’. İşte tam bu anlayışın yansıması, tam bu yaşayış.. O gece dinleyiciler sinema salonunu hıncahınç doldurmuş onu bekliyor..Dinleyiciler arasında proflar doçlar, muhtemelen siyasetçi ve brüokratlar..Erzurum’un medrese uleması ve daha niceleri.Üstad oturuyor..Elinde bir takım kağıtlar..dinleyici coşuyor..Neler söylüyor..Tam bir şiir… akıyor mübarek..Dinleyici kılını kıpırdatmıyor..Tam bir huşu..Dönüşte Prof Yusuf Ziya Kavakçı ileyiz..Hamidulah üzerine söylediklerini tartışmaya açıyorum.O bizim meslektem biri değil diyor.Hamidullah baidullah ifadesini doğru bulmuyor.. 2 O Kimdi? Maraşlı bir aileden Kısakürek oğullarından. Dedesi sultan Abdulhamidin Paşası. Hakim, hem de Yıldız suikasti davasının yargıcı.Bu yönüyle Nazım la aynı.O da bir paşa torunu. Çemberlitaş’ta bir konak manzarası. Tüm aile orada. Bir de Deli Fazıl; Ahmet Necib’in babası. Cılız bir çocuk dünyaya gelen bu geleceğin çelikeşi daha dünyaya gelirken bile nefs yönünden zaaf içinde. Adını büyük babasının babasından alıyor Daha sonra bu adı kendisi değiştirecek. İkinci adıyla babasının adını birleştirerek kendisine-Fuzuliye benzeterek Fazıl adını verecektir.Ama onun gibi alçakgönüllülüğe sapmadan. Necip ve Fazıl, asilve faziletli Dede Mehmet Hilmi, Salim Paşa tarafından Necip Efendi’den alınarak İstanbul’a getirilir.Bu Salim Paşa ilerde nazır(bakan) olacaktır. Onu biz küçük yaşlarda ünlü konakta afacanlıklarıyla çevresini bunaltırken görüyoruz. Dede bu zeki çocuğa bir çare bulur. Konağın kütüphanesi ‘’Al oku bu kitapları’’.Çocuk uçsuz bucaksız merakına bir mecra bulmuştur Onu kitapla baş başa uykusuz sabahlarkengörüyoruz.Konak ahalisi korku içinde.Kaybolan çocuğu arıyorlar.Onu kitapların içinde kaybolmuş buluyorlar. 12 yaşlarında anne hasta çocuk onun ziyaretinde Anne çocuğa seslenir; ‘’senin şair olmanı isterdim’’. ‘’Ve oldum’’. Bu onun ifadesi. İlk önce aruz denemeleri Ve sonra hece. İşte o coşkun ırmak mecrasını buldu. 18 yaşlarında onu bir dergi yazıhanesinde görüyoruz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bir dergi yönetmeni. Onunla görüşmek isteyen delikanlı masanın üzerine bir defter atar. Ve der’’ işte bunlar benim şiirlerim’’ öylece çıkıp gider. Ertesi gün dergi kapağında bir manşet’’ İşte Türk Şiirinin Bodleri Necip Fazıl Kısakürek’’. Ve daha sonra övgüler sıralanır:’’ Bir mısraı bir millete şeref vermeye yetecek büyük şair’’. Ahmet Haşim genç adama şöyle söyler.’’ Çocuk bu sesi nerden buldun’’? . Ahmet Hamdi Tanpınar Kop dağındaki dükkanda metaına müşteri beklerken görür şairi. Bir askeri lisede öğrenci Nazım da aynı lisede. İki şairin şiirleri elden ele Onu felsefe tahsili için gittiği fen edebiyat fakültesinde görüyoruz.Askeri okulubırakmıştır. Bu okulda hocalarını etkileyecek kadar ileri gider. Mustafa Sekip Tunç onun hoca-talebesi. Onu Avrupa’ya giden öğrenciler arasında görüyoruz. Vapur içinde başındaki fesi denize fırlatıyor. Demek henüz dava ve iddiasının ilk ışıkları yanmamıştır. Paris Onun gündüzünü görmediği kent. Çünkü sabahlara kadar kumar oynayacaktır. Kumar onda bir illettir. O bu illeti kendinden kurtulmanın nefsini yok etmenin bir aracı sayacaktır. Kötüyü kötüyle yok etme.Tasavvufta fena ve beka sırrı.O daha sonra bu hastalığı bu şekilde yorumlayacaktır. Beş parasız ülkeye dönen öğrenci.Kısa zamanda işini bulur. Gazetecilik ve ardından yazarlık.İşte onun macerası. Ve nihayet dergicilik. Dergi onun hayatında büyük bir yer tutar. İlk dergi ağaç. Bir yıl 12 sayı ve sonra büyük doğu. Aynı zamanda üniversitede oca ama büyük doğu öyle bir dergidir ki ya hocalık ya dergilik denince o dergiciliği seçmiştir. Devrin siyasileriyle yolları kesişir. Bayar, Menderes, Demirel,Erbakan,Türkeş ve en son Özal. Bu son siyasi ile ilişkisinin ne derecede olduğunu bilmiyoruz.Ancak onu şairin cenaze merasiminde görüyoruz. Ağaç dergisi Bayar’ın vasıtasıyla bir yıllık resmi reklam bedeli ile çıkar. Recep Peker görüştüğü ama teslim olmadığı muhaliflerden. Menderes hep ümidini koruduğu ama istediği sonucu alamadığı biri Onu seviyor ona inanıyor uyarıyor ve beceriksizliğini yüzüne vuruyor.Ve bir kitap ihtiyacı yazıyor.’’Benim Gözümde Menderes’’
Zeki Çelik
Z E K İ a k r o s t i ş
Zeki akıllıdır, çalışkan demek, Eli kalem tutar, çekiyor emek, Kalbinden geçeni ister söylemek, İyilik doludur dünyası onun. Çelik dayanıklı,sağlam sayılır, Enerjisi artar dışa yayılır, Lüks hayat yaşayan çabuk duyulur, İnsanlığa ibret işlenen konun. Kültüre,sanata ilgisi fazla, Şairlik yolunda gidiyor hızla, Araştırıp oku görsel de izle, İçinde sevgi ve aşk dolu bunun. Rüyasında bile eser yazıyor, Vicdana geldikçe ilham sızıyor, Edirne den, Karsa yurdu geziyor, Yüce Yaradana varmaktır sonun. Allah'tan Ganiye şükrü de boldur, Zekice beynini fikriyle doldur, Arkadaşı seven hayırlı kuldur. Ruhuna haz verir yaşanan anın. 14-5-2012
Zeki Çelik
Z E K İ c e
Türk dünyası şair, yazarlar gelsin, Sanatçı, müzisyen, ressamlar sevsin, Hünerli elleri halkımız bilsin, Zekice kültür ve sanat evim var. Yiyecek, içecek bulunacaktır, Beş vakit namaz da kılınacaktır, Arzu eden üç gün barınacaktır, Zekice kültür ve sanat evim var. Özel kütüphane salonu geniş, Sanat camiası burada, tanış, Sahneye çıkarak yürekten konuş, Zekice kültür ve sanat evim var. Yazılan kitaplar okunmak ister, Binlerce arşivim bakılmak ister, Hafıza kaydına takılmak ister, Zekice kültür ve sanat evim var. Isparta Işık kent mahallesinde, Melek ev karşısı, Olgun evinde, Gönül dostlarında sevgi derinde, Zekice kültür ve sanat evim var. 6-1-2014
Zeki Çelik
Z ı p Z ı p
Çelik yaylı teller bir bir gerilmiş, Muşamba geriden örtü serilmiş, Dört köşe misali yerler örülmüş, Çocuğa eğlence oluyor zıp zıp. Gecede,gündüzde hizmeti sunar, On dakika sürede paranız yanar, Havaya kalkanlar yavaşca konar, Sekiz,onluk hane doluyor zıp zıp. Yaşlıda,gençlerde istekler azdır, İçindeki müzik arajman,cazdır, Ona heveslenen oğuldur,kızdır, Her yönde müşteri buluyor zıp zıp. Sırası gelenler merdiven çıkar, İmkanı olmayan boynunu yıkar, Anne ve babalar merakla bakar, İnsanın aklını alıyor zıp zıp. Kış günü kapalı geliri yoktur, Yaz,bahar ayları talibi çoktur, Zeki'lik var ise maniler tuttur, Oyunun içine dalıyor zıp zıp. 21-7-2009
Zeki Çelik
Z I T T I r
Parayla saadet olmazmış meğer, Tanıştık, konuştuk vermezsin değer, Beraber olursak sorunlar doğar, Benimle yıldızın barışmayacak. Ne kadar desem de canımın içi, Huyların değişmez inatçı keçi, Saygıda kusur çok işlersin suçu, Seninle yıldızım barışmayacak. Gün be gün artıyor daima sorun, Aile çevrende yapmıyor yorum, Kötüye gidiyor evlilik durum, Seninle yıldızım barışmayacak. Yol yakınken ayrıl, yakamdan sıyrıl, İstersen makama arsızca kurul, Bulanık yaşama birazcık durul, Seninle yıldızım barışmayacak. Zeki olamadın anlayışın kıt, Denge sağlamadım fikirlerin zıt, Artık boşanalım uzaklara git, Seninle yıldızım barışmayacak. 17-6-2013
Kemal Çakır
Z i r v e
Zirveye: Bakmak cesaret, Çıkmak bilgi/beceri, Kalmak basiret, İnmek ise tevazu İ s t e r.
Mücella Pakdemir
z....KEDİ CENNETİNE Hoş Geldiniz...
Hayvansever olmamdaki en büyük pay, annemin hayvanlara karşı soğuk duruşudur. Çocuklarına kedilere ve köpeklere dokunmayı yasaklamıştı. Hatta yolda yürürken yanımızdan geçmelerine dahi izin vermezdi. Biz üç kız evlendikten uzun yıllar sonra, içimizde ukde kalmış duygularımıza yenilerek hayvan sevgisini yaşamaya başladık. Belki de annemizin yasağına tepki olarak ablamın köpekleri, kız kardeşimin kuşları, benim de kedilerim hayatımızı paylaştığımız minik dostlarımız oldu. Tabi annem hiçbirimizin evinde rahat edemiyordu önceleri ama sonra mecburen alıştı. Bir gün onu kedilerimden birini parmaklarının ucuyla korka korka severken yakalayınca çok sevinmiş, mutlu olmuştum. İlk kedim Kıtte’yi, onbeş yıl önce evlat edindik. Tekir güzeli, iri gözlü, pembe burunlu şirin bir bebekti. Hayatımıza nasıl renk kattığını anlatamam. İki çocuğumla ben, Kıtte’mizi sevmek için paylaşamıyorduk. Boynuna renkli boncuklar takıyor, oynaması için sırayla ip oynatıyorduk. Yumuşak toplar evin her tarafında pisimizin patilerine hazır bekliyordu. İlk göz ağrımız Akça kızımızın yediği önünde yemediği ardındaydı. Kibirli hanım sadece küçük oğlum çağırdığı zaman yanına gider. Kendisinden sonra gelen hiçbir kediyle arkadaşlık etmedi. O kendisini mağrur tavırlarıyla daima bir numara olarak görmüştür. Dört yıl önce felçli olarak komşum tarafından getirilen Balım ismini verdiğim kedinin, psikolojisi bozulmuş, kafası balon gibi şişmiş, ciğerleri, bağırsakları iltihap dolmuştu. Kulakları akıyor, nefes alma ve yemek yeme zorluğu çekiyordu. Yedi ay kadar süren bir tedaviden sonra iyileşti. Psikolojisi düzeldi. Tekrar sokağa bırakmaya kıyamadım. Evimizde ara sıra konser veren şarkıcı, bal renginde sarı, kadife tüylü bir kızımız daha olmuştu. Balım eve geldikten bir yıl kadar sonra alışveriş için dışarı çıkmıştım. Yolda giderken, yavru bir kedi sesi duydum. Eski bir çeşmenin taşına yatmış acıyla miyavlayan sarı beyaz güzeller güzeli Alican’ımı gördüm. Çok minikti. Gözlerimin içine bakarak ısrarla beni çağıran yavrunun yanına gittim. Karnı patlamış ve bağırsakları dışarı çıkmıştı. Sağ kolu da kırılmıştı. Hemen Hayvan hastanesine götürüp ameliyat ettirdim.. Buz gibi soğuk, yaşama şansı oldukça düşük bir halde evimize getirirken göz yaşlarım sel gibi akıyordu. Çok şükür yaşama tutundu. Beni kendisine aşık eden Van- Laperm kırması yakışıklı bu oğlumuz böylelikle ailemize katıldı. Parmak boyu uzunluğunda ipeksi tüylü, kabarık kuyruklu, kehribar gözleriyle romantik bakışlı, son derece zeki olan Alican’ımı yapılan bir güzellik yarışmasına soktum ve birinci geldi. Aşkımdan istifade ederek bana her istediğini yaptırıyor. Bir miyavlatmadığı kaldı mübareğin. Emekli olduktan sonra, çevrede zor durumda kalan hayvanlarla da ilgilenmeye başlamıştım. Doğum yapıp kendine yuva bulamayan kedileri yavrularıyla evime alıyor, yavrular anne sütünden kesildikten sonra, hayvan sitelerine ilan vererek yuvalanmalarına çalışıyordum. Bazen yaralı hayvanları tedavi ediyor, bazen de ameliyat ettiriyordum. Toparlanıp kendilerine geldikten sonra doğal ortamlarına salıyordum. Evimin üst kattaki bir odası onların geçici barınakları haline gelmişti. En büyük yardımcılarım, benim gibi gönüllü hayvan dostu olan çocuklarımdı. Bu durum halen devam etmektedir. Yerel Hayvan koruma görevlisi olarak gönüllü hizmet yapıyorum. Çevremde her gün beslemeye çalıştığım ve hamileliğinin son günlerinde eve getirdiğim İnci kızın üç yavrusundan biri olan Sarıcan’a, bir gözü kör olduğundan dolayı zar zor yuva buluyordum ama o devamlı ağlayarak alanlara dünyayı dar ediyor ve geri getiriliyordu. Böyle birkaç denemeden sonra aile olarak bizi tercih eden sarı oğlumuzu da evlat edindik. Koca kafalı sarmanımızın sesi hala bebek gibidir. Üzgün bakışları, toparlak bir yüzü vardır. Son derece iyi niyetli Sariş’imizin lakabı Apalak’tır. Boğazına düşkünlüğü sayesinde evimizin en iri kedisi oldu. Uyumak istediğinde Alican’ın koynuna girer. Muhabbetlerini seyretmeye doyum olmaz. Kediler kendi halinde, başının çaresine bakabilen, ev hayatına çok uyumlu, insan ruhuna hitap edebilen cana yakın hayvanlardır. Her gün sularını tazelemek, mamalarını vermek, kumlarını değiştirmek, ara sıra tüylerini fırçalamak gerekse de bu işler sevgiyle yapıldığından, sahibine eziyet değil, keyif verir. Aşılarını da düzenli olarak yaptırmak gereklidir tabi. Kedilerimden birini aşıya götürdüğüm bir gün, Fatih Hayvan Hastanesinin o sıralar başhekimi olan Selahattin Bey, aşı yapıldıktan sonra kedi sepetimin içine beş günlük sarı renkli bir yavru koydu.” Bu da eşantiyonumuz Mücella Hanım” dedi. Yavruya annesi süt vermek istememiş. Hastaneye getirip bırakmışlar. Zamanla kedi bakımı hakkında tecrübe sahibi olmuştum. Eve getirdikten sonra yavruda bir anormallik hissettim. Pisiciğin bakışları, duruşu ve hareketleri farklıydı. Ateşi çok yüksek ve devamlı titriyordu. Çabalarım sonucu ateşi düşüyordu. Vücudunda yaraların biri kapanmadan diğeri başlıyordu. Kulakları ağaç kabuğu gibi olmuştu ve devamlı ağlıyordu. Kimi zaman buz gibi soğuyarak kaskatı kesiliyordu. Pet şişelere sıcak su doldurup iki yanına koyup, üstünü sıkıca örtüyordum. Hayata yeniden bağlanıp, çekik gözleriyle bize bakmaya başladığında derin bir oh çekiyorduk. Dört beş gün arayla kriz geçiriyordu. Kriz öncesi bütün vücudu titriyordu ve kedicik devamlı yürüyerek ve ağlayarak son derece huzursuz bir halde kıvranıp duruyordu. Titremelerini dindirmek için kucağımda saatlerce masaj yapmak zorunda kalıyordum. Yeğenlerimin adını Cango, soyadını da Canım koydukları bu yavrunun kriz geçirdiği esnadaki görüntülerini videoya kaydettim. Veteriner hekimler tarafından incelendi ve beyninde bir rahatsızlıktan kaynaklandığı, bu durumunun düzelmeyeceği söylendi. Biberonla beslenme faslı geçtikten sonra, mamasını kendi yemeye başladı ancak mamasını ağzına alıp yutamadan düşürüyor, tam dolu olmadıktan sonra kaptan su içmeyi başaramıyordu. Bu sebeple karnını doyurmasına yardımcı olmam gerekiyordu. Sarhoş gibi dolaşıyordu. Bir karışlık basamaktan çıkmasını üç ay sonra öğrenebildi. Tuvaletini kumuna yapması bizim için büyük bir şans. Dişlerini gıcırdatmaktan bazıları döküldü sonra nasılsa yenileri çıktı. Yaralarından eser kalmadı. Serpilip güzelleşti. Yuvalandırma şansım olmadığından, Cango ailemizdeki beşinci kedi kadrosuna yerleşti. Denge problemi olduğu için pencerelerin açık kalmamasına dikkat ediyorduk. Nasıl olduysa bir gün bir anlık boşluğumuzdan istifade ederek, beşinci kattaki camdan aşağı atladı. Bina girişindeki dükkanın tentesine düştüğünden dolayı bir şey olmadan bu kazayı atlattık. Ancak bütün dikkatimize rağmen iki ay sonra balkon kapısından çatıya kaçtı. Yetişip tutamadım ve deliye döndüm. Seslenmelerime aldırış etmedi. Komşu damına geçerek sokağın öbür tarafından sekizinci kattan düştü. Yoldan geçen birisinin omzuna çarptığı için kazayı bacağında iki kırıkla atlattı. Akıllandığını hiç sanmıyorum ve bu kediciği bir ömür boyu nasıl koruyabilirim bilemiyorum. Şu anda dokuz aylık bebeğimiz. Krizleri ayda üç sefere indi. İnşallah bir gün tamamen geçer. Sürekli miyavlamasıyla, huzursuz davranışlarıyla ve devamlı ilgi istemesiyle bana dünyayı dar ediyor. Bir yere gittiğim zaman aklımın bir köşesinde Cango kalıyor. Bütün bunlara karşın onu ailece o kadar çok seviyoruz ki iyi ki bizim evimizde, bizim hayatımızda diyoruz. Çok yakışıklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bir şekilde kaderin cilvesi olarak bize sığınmış, hayatımızı paylaşan minik dostlarımız, günahsız en masum mideleriyle devam eden sadakalarımızdır. Beş kedimden hangisini kucağıma alıp sevsem ayrı bir lezzet aldığımı, içime yaşam sevinci dolduğunu, mutlu olduğumu hissederim. Herkesin bu mutluluğu yaşamasını can-ı gönülden diliyorum.
Gürkal Gençay
Z / Yazılar - Bakırköy Temerküz Kampı
Sevgili Bekir Coşkun, 02.Kasım.1997.Pazar günü yayımlanan yazınızı her zaman olduğu gibi büyük bir dikkat ve zevkle okudum. Söz konusu bu yazınız üzerine, sizin değerli zamanınızı almama vesile olan bu mektubu yazmak zorunda kaldım. Yazınız, bütünü itibarı ile iyi bir mesajı taşımasına ve iletmesine karşın, bir bölümü var ki; bu konuda yanlış bilgilendirildiğiniz kanaatindeyim. Sizin gibi sağduyulu ve bilinçli bir hayvansever/ yaşamsever gazeteciyi yanlış bilgilendirerek ve bu şekilde (dolaylı olarak) kendi reklâmlarını yapmak, belki de sizin aracılığınız ile kendilerini ibra etmek isteyen Bakırköy Belediyesinden ve onlara taşeronluk yapan insanlardan söz etmek istiyorum. Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı, belediye başkanlığı seçimleri öncesinde büyük bir çoğunluğunu hayvanseverlerin ve çevrecilerin oluşturduğu sivil toplum örgütlerine ve seçmenlerine Bakırköy’e bir hayvan barınağı kompleksi yapma sözü vererek bu anlamdaki hemen hemen tüm oyları toplamıştı. Bu minvalde “ilk somut adım olarak nitelendirebileceğimiz” zaten mevcut olan Bakırköy/ Osmaniye Hayvan rehabilitasyon ve Kısırlaştırma istasyonuna 10–15 m2’lik bir alan ilave edilerek, buraya 7–8 tane box (yuva) yaptırıldı. Ve burasının işletimine ilişkin yapılan ihale de, ayda bir milyar TL. hakediş karşılığında “Müteahhit firma” niteliğinde gösterilen ve başkanlığını Aysun Sakin’in yaptığı “Hayvan Hakları Derneği”ne verildi. Her ne kadar merkezi ve yerel yönetimlerin bu konudaki samimiyetlerine güvenmememize karşın, buraya kadar işlerin iyi gittiğine kendimizi inandırmaya çalıştık. Her yeniliğin ilk başlarda ufak tefek olumsuzlukları da barındırdığı gerçeğinden yola çıkarak daha opsiyonel, daha toleranslı davranmaya çalıştık. Olayları objektif olarak izlemenin ve değerlendirmenin yolunun bu tür önyargılardan arınmaktan geçtiğinin bilinciyle hareket ederek ve “bu oluşum daha çok yeni, zamanla rayına oturacaktır elbet...” diyerek olabildiğince aklıselim davranmaya çalıştık. * Bakırköy/ Osmaniye hayvan kısırlaştırma ve rehabilitasyon merkezi, aslında; herkesin bildiğinin aksine ve herkesin yanılgıya düştüğü gibi, bir “barınak” değildir. Burası yalnızca kısırlaştırma ve küçük çaplı tedavilerin/ müdahalelerin yapıldığı bir istasyondur. (Barınak ise, bu mevcut merkezin devamı niteliğinde ve birbiri ile rabıtası olan bir proje idi.) Ama Ahmet Bahadırlı, seçimlerden önce insanlara ve “hayvanlara” söz verdiği gibi barınak kompleksini gerçekleştirme vaadine sahip çıkmadığı için, söz konusu bu klinik zamanla bir barınak gibi kullanılmaya başlanmıştır. Azami otuz canlıyı barındırma kapasitesi olan bu yerde, bazı zamanlarda üç yüz köpeğe varan sayıda hayvan yığınlanmakta ve bunun neticesinde de (kaçınılmaz olarak) son derece sağlıksız ve ölümcül bir ortam yaratılmaktadır. Söz konusu bu yerde, (bu koşullarda) önünün kesilmesi çok zor olan birçok salgın hastalık el’an sürmektedir. Gençlik hastalığı, kanlı ishal, alt ve üst solunum yolları enfeksiyonları, körlüğe sebep olan enfeksiyonel ve viral hastalıklar gibi uyuz ve mantarlara sebep olan dış parazitel ve bakteriyel hastalıkların sürgit yaşandığı bu yerde, söz konusu bulaşıcı hastalıklardan birini ya da birkaçını taşıyan hayvanlar sağlıklı köpekler ile aynı yere kapatılmakta ve bu yolla sağlıklı hayvanlar da hastalan(dırıl) makta ve öl(dürül) mektedirler. Yeni gelen hayvanların parazitlerden arındırılması için yapılması şart olan banyo uygulamalarının ve koruyucu aşılarının yapılarak olası hastalık risklerinin bertarafına yönelik çalışmaların yapılmadığı bu yerde herşey bir “karadüzen” mantığı ile baştan savma olarak yapılmaktadır. Bu iğrenç ve dehşet verici durum neticesinde “salgın hastalıklar” zinciri oluş(turul) muş ve günde ortalama beş hayvanın öl(dürül) mesi gibi vahim bir durumun yaratılması söz konusu olmuştur. İstanbul’da en acımasız, en gaddar, en eli kanlı, en laf anlamaz/ söz dinlemez belediyeler (Örnek: Küçükçekmece-Avcılar-Şişli-Eyüp vb.) bile bir ayda ortalama 20-30 köpek katlederlerken ve yaptıkları bu vahşeti inkar etmeden (aleni itlaf yolu ile) yaparlarken; Bakırköy Belediyesi ve taşeronları günde beş hayvan hesabı ile bir ayda en az yüz elli hayvanın acı çekerek, bağıra bağıra ve esaret altında (..ki sokaklarda olsalar belki bir sahip bulma ya da daha doğru dürüst beslenebilme şansları olacaktır) ölmelerine vesile olmaktadırlar. Burasını gördükten sonra, inanın itlafçı belediyeler daha sempatik gelecektir gözünüze... Zira ölüm bir keredir ve burada canlılar işkence altında hergün ölmektedirler... Ve bu işi “hayvan sevgisi” adı altında ve bu işi para kazanarak (cukkalarını doldurarak) yapmaktadırlar... Burada yaşanan ölümlerin ve menfi koşulların bizzat şahidi olmamın yanısıra, burada müstahdem olarak görev yapan bir hanım da yaşanan rezalete ve facialara tanıktır. Bahsi geçen görevli hanım 03.Kasım.1997.Pazartesi günü, barınak diye lanse edilen bu ölüm kampında, Bakırköy Belediyesinde işçi statüsünde çalışan ve “Hayvan rehabilitasyon uzmanı” titri ile lanse edilen Süsen Erkuş tarafından dövülerek dokuz hayvanı ile birlikte çalıştığı bu yerden kapıdışarı edilmiştir. Bildiğiniz gibi, bir zamanlar bu ülkeyi yöneten “Büyük Türk Büyüklerinden” biri “motivasyon” amacı ile olsa gerek, hastanelerde “imam” bulundurulması gibi çok parlak(!) bir fikir üretmişti. Şimdi bu hastalar başuçlarında bekleyen bir imam gördüklerinde nasıl bir halet-i ruhiye içinde olacaklar ise, eminim hayvanlar da “Hayvan rehabilitasyon uzmanı(!) ” Süsen Erkuş’u gördüklerinde aynı ruh hali içinde olacaklardır. Söz konusu bu yerde hasta hayvanların yaşama şansları zaten hiç yokken, sağlıklı olanlar da hastalan(dırıl) makta, ya felç ya da kör olmaktadırlar. Buraya sağ salim girip de, sağlıklı/ canlı olarak çıkan hayvan sayısı inanın neredeyse “yok” denecek kadar azdır. Bu kerih yerden kurtulmaları için uğraş verdiğim ve bu minvalde yuva bulduğum hayvanların %50’ye varan bölümü (barınakta kaldıkları süre içinde hastalandıkları için) ve kısırlaştırılan “sahipli/ sahipsiz” hayvanların küçümsenmeyecek bir bölümü (ameliyat yerlerinin enfekte olması yüzünden) şu anda maalesef hayatta değillerdir. Bu konuya ilişkin (her vak’a için ayrı ayrı olmak üzere) şahitler de mevcuttur. Ölen hayvanların sahipleri de bu anlamda şahitlik yapacaklardır. Burada; ameliyathane adı altındaki metruk oda, hiç ama hiç hijyenik değildir. Ameliyat odasının camları kırık, duvarları dökük, yerleri pis, günlerce boşaltılmayan çöp kutuları ilaç ve kanlı bez/ pamuk parçaları ile doludur ve buraya hâkim olan bir “ağır koku” nefes alabilmeyi adeta imkansız kılmaktadır. Ameliyathanelerin “olmazsa olmazlarının” zaten olmadığı gibi ne bir klima, ne ultrviole ışıtma, ne de ilaçların depolanabileceği bir soğutma dolabı mevcut değildir. Bu klinikteki ameliyatları ya stajyer talebeler yapmakta ya da Bulgaristan’dan gelen ve çalışma izinleri/ belgeleri olmayan (kaçak) göçmen teknisyenler yapmaktadırlar. Yani burada gerçek anlamda bir veteriner de yoktur... Ameliyattan çıkan hayvan daha ayılmadan, apar topar / karga tulumba daha önceden sterilize edilmemiş bir boxa (yuvaya) kapatılmakta ve yapılan ameliyatların kaydedildiği (buraya getirilen hayvanların tüm bilgilerini de içeren) bir kartela ya da bilgisayar sistemi olmadığı için ameliyat sonrası takibi de yapılmamaktadır. Ve bu hayvanlar bu koşullarda, kapatıldıkları yerde enfekte olmaktalar, nihayetinde ise acı çeke çeke ölmektedirler. Buradaki ilgisizlik öyle boyutlara varmıştır ki; yuvasında ölmüş olan birçok hayvanın şişmiş/ kaskatı kesilmiş, ölüleri günler sonra farkedilerek oralardan alınmıştır. Bilindiği gibi “zoraki yapılan iyiliğin, kötülükten farkı yoktur...” Esasen burada bir “iyilik” aranmasını da saflık olur diye düşünüyorum... * Hayvanlar, yemek zamanı geldiğinde “L” şeklinde bir bahçede toplanmakta ve pislikten/ yağır yağdan rengi dahi görünmeyen iki adet çamaşır leğeni içinde 3–4 çeşit yemeğin (tatlı-tuzlu-ekşi karışık, peçete, kürdan ve cam kırıkları ayrılmamış) karışımdan oluşan bir pislik “yemek” diye verilmekte... Kasaptan ve tavukçudan para verilerek alınan etler kâh iyi bir soğutucunun olmayışından kâh saklandıkları yerlerde unutulduklarından dolayı (abartmıyorum) yemyeşil olmakta ve (şimdi sıkı durun) buna rağmen bu iğrenç şeyler hayvanlara yiyecek olarak verilmektedir. Açlıktan gözleri dönen biçare hayvanlar kendilerine verilen bu “şeyleri” yemekte ve ishal başta olmak üzere birçok hastalığın pençesine düşmektedirler. ..ve yakalandıkları hastalıklardan kurtulamayıp ölmektedirler... Bir dışkı tarlası görünümündeki bu bahçenin zemini, birçok yerinin yer yer kırıldığı ve bu kırıkları yosunların/ mantarların sardığı bir beton zemindir... Burada hiçbir şeyin sağlıklı olmadığı gibi sağlıklı çalışan atıksu giderlerinin ve hiçbir altyapı çalışmasının da olmadığını görülmekte... Tepelerinde, hayvanları güneşten, yağmurlardan ve kardan/ rüzgârdan koruyacak bir brandanın dahi bulunmadığı ve adına “bahçe” dedikleri bu alan “sefil” bir olgu olarak açık seçik görülmektedir... Burada her türlü hastalığı barındıran ve adına da bahçe denilen “dışkı tarlası” görünümündeki bu garabet yerin tam ortasına bırakılan iki çamaşır leğeni dolusu “balçık” yemeğe bir anda üç yüze yakın köpek ve bir o kadar da karasinek adeta hücum etmektedir... Yavrulu annelerin, anasız yavruların ve narin süs köpeklerinin (durumlarının özelliğince) birbirlerinden ayrılmadıkları yani hepsinin karman çorman birarada tutulduğu bu yerde süs köpeklerinin, zayıf/ hasta köpeklerin ve yavru köpeklerin bu leğenlerden yemek yiyebilme şansları(!) maalesef yoktur... Zira böyle birşeyi denediklerinde, büyük köpekler tarafından ısırılmakta, yaralanmakta ya da öldürülmektedirler. Yemek zamanı bahçeden gelen sesler, feryatlar ve acı içinde atılan çığlıklar duyanları (adeta bir korku filmi gibi) dehşete düşürmektedir... Büyük hayvanlar tarafından bu şekilde ısırılan, parçalanan, boğularak öldürülen yavru köpeklerin ve Kaniş/ Terrier gibi narin hayvanların katledilmelerinin ayrı ayrı görgü tanıkları da mevcuttur. Buradaki zayıf ve güçsüz hayvanlar, sokaklarda başıboşken bile yemeyecekleri bu “pisliği” büyük hayvanlar yerken iştah, sabırsızlık ve leğenin dibinde kendilerine de kalması umuduyla; korku dolu bakışlarla, endişeyle, sabırsızlıkla ve yalanarak beklemektedirler... Ameliyatlı hayvanların, loğusaların ve hastaların özel beslenmeleri ya da diyet gibi uygulamaların “çok lüks şeyler” olduğu bu garip yerde elinizi nereye atsanız orası dökülmekte, elinizde kalmaktadır... İçlerinden biri nezle olsa, kısa bir süre sonra tümünün nezle olabileceği kadar küçücük bir odaya tıkılan ve hemen hepsinin de gözlerinde akıntı olan (içlerinde gözlerini kaybedenlerde mevcut) açlıktan pide gibi yamyassı olmuş kedilerin öyküsü ise ayrı bir trajedidir... Kedisiyle, köpeğiyle bu temerküz kampına düşmüş olan hayvanların nasıl bir su-i taksirat’ları vardı da başlarına böylesi bir felaket geldi diye düşünmekten kendinizi alamayacağınız bir hazin durum İstanbul’un en prestijli ilçelerinden biri olan Bakırköy’ün orta yerinde tüm vahametiyle yaşanmaktadır... * Burada yaşanan dram hem Bakırköy Belediye başkanı Ahmet Bahadırlı’nın işine gelmekte, hem de bu yerin işletmeciliğini ihale yoluyla alan Hayvan Haklarını Koruma Derneği’nin işine gelmekte, hem de Bakırköy Belediyesi veteriner müdürlüğünde işçi statüsünde çalışan Süsen Erkuş’un işine gelmektedir. Ahmet Bahadırlı seçimlerden önce söz verdiği barınak projesini yapmayarak ve insanları oyalayarak günde beş hayvanın öl(dürül) düğü bu merkezde (ki bu rakam ayda en az yüz elli hayvana tekabül etmektedir) dolaylı olarak itlafa devam etmiş olmaktadır... “Klasik” itlaf yolu tercih edilmiş bile olsa “ölümün de bir maliyeti” olduğundan Dr. Ahmet Bahadırlı, ayda bir milyar liraya farklı bir elbise giydirilmiş itlafları uygulamış olmaktadır, dayatmaktadır. Bu yolla, hem ilçe sokaklarını hayvanlardan arındırarak “hayvan sevmez” seçmenine şirin gözükecek, hem de “güya” barınak yaptığı için hayvansever(!) başkan olarak tanınacak, nam yapmış olacaktır... ..asıl önemlisi bunda da başarılı olmuş olmasıdır... Bunun yanı sıra, kendisine dost olmayan ve Ali Talip Özdemir’in başkanlığı döneminde belediyeyi basan (bu olay medyada yer almıştır) Süsen Erkuş’u Bakırköy belediyesine işçi olarak almış ve hiçbir yetkisi, bilgisi ve birikimi olmamasına karşın “Hayvan rehabilitasyon uzmanı” unvanıyla halkın verdiği vergilerden maaşa bağlamıştır... “..parayı vermiştir yani, düdüğü de öttürecektir elbet...” Bu yolla (kendisi için tehlikeli olabileceğini düşündüğü) Süsen Erkuş’u enterne/ pasifize etmiş ve yanına çekmiştir. Her fırsatta itlafçı belediyeleri protesto etmek adına ortalara dökülüp eylemler yapan (ve kendisi için potansiyel baş ağrısı olarak değerlendirdiği) Hayvan Hakları Derneği’ne barınak diye nitelendirilen bu temerküz kampını ihale yoluyla kakalayarak karşısındaki sivil toplum (eğer varsa) inisiyatifini/ gücünü ortadan kaldırmıştır... Bütün bunlar yaşanırken, fanatik hayvansever(!) olduğunu iddia eden Süsen Erkuş ve Hayvan Hakları derneği yöneticileri bu trajediyi, bu vahşeti, bu ilkelliği, bu rezaleti, basiretsizliği, ahmaklıklar silsilesini büyük bir pişkinlikle karşılamışlar ve bu kötü, bu iğrenç durumun iyileştirilmesi, mevcut yerin dünya standartlarına uygun hale getirilmesi ve yeni bir barınağın yapılması gibi birçok gerekliliği olan talebi gündeme getirmemişlerdir. Ölümleri adeta içselleştirmiş olan bu elemanlar, belediyelerin itlaf ekiplerindeki hayvan kanıyla beslenen elemanlardan hiçbir farklarının olmadığını göstermişlerdir... Eleştirilerden ders almak yerine, bu tenkitlerin olumlu yanlarından bakıp; buna paralel değerlendirmeler/ çalışmalar yapıp, çözüm üretecekleri yerde “..biz her zaman doğruyu yaparız, bizi eleştirenler ve bizim gibi düşünmeyenler düşmandır...” dangalaklığı ile barınağın bu dehşetengiz, içler acısı durumunu cansiparane bir biçimde savunmuşlar, mevcut durumu şaşılası bir körlükle ve ısrarla korumuşlardır... “..ve böylece, hayvanlara en büyük zararı da kendileri vermişlerdir...” Barınağın durumu gözler önündedir ve duruma ilişkin birçok televizyon haberi ile gazete küpurları da elimizde/ arşivimizde mevcuttur. Süsen Erkuş’un belediyedeki işini (akçe boyutunun yanı sıra, kariyer olarak da kaybetme korkusu) , Hayvan Hakları Derneği ise, her ay aldığı yaklaşık bir milyar lira parayı ve ayni/ maddi olarak yapılan bağışları kaybetmemek korkusu ile buradaki ölümleri, katliamları, acıları bir sinema seyircisi tavrı ve rahatlığı ile izlemişlerdir... Sinema seyircisi bile, izlediği filmin sahnelerine göre bir reaksiyon gösterir, tepki koyar, gerilim yaşar, bir yorum yapar en azından... ..ama bu elemanlar “artık ölümleri kanıksadık” gibi saçma salak açıklamalar ile bir izleyici refleksi dahi göstermemişler, aksine ilkesizliklerini, kemiksizliklerini, omurgasızlıklarını sergilemişlerdir... * Ben ve benim gibi insanlar (bu gerçekleri gören, acıları yaşayan ve bu gidişe “dur” deme adına müdahale eden insanlar) ANAP’lı belediye başkanı A.Bahadırlı’nın seçmenlerine yalan söylemesi ve onları aldatması sebebiyle güvenirliliğinin kalmadığını görmekteyiz... ANAP’ın parti olarak “yaşamı temel alarak” ürettiği hiçbir politikanın olmadığını da bilmekteyiz. Bu yüzden; TC’nin neresinde olursa olsun, ANAP’ın göstereceği hiçbir adayın görev almaması/ seçilememesi için gereken ve elimizden gelen tüm çabayı göstermemizin “yaşama saygı” çerçevesinde bir gereklilik olduğunun da bilincindeyiz. Desteklerimiz; dağıyla/ taşıyla, çiçeğiyle/ böceğiyle, insanıyla/ hayvanıyla yaşamı total algılayan bir belediye başkanına olmalıdır diye düşünmekteyiz. Bu tür popülist, oportünist ve pragmatist belediyelerin, ortaya koydukları politikalar doğrultusunda “yaşama hakkı” gibi bir dertlerinin olmadıklarını afişe etmede yardımcı olmanızı bekliyoruz. Not: Konu ile ilgili isimler, fotoğraflar, videokaset görüntüleri, belgeler/ evraklar, şahitler ve adresleri/ telefon numaraları istenildiği takdirde tarafınıza gönderilecektir. Gürkal Gençay 13.Kasım.1997.Perşembe İstanbul (Hürriyet Gazetesi Yazarı Bekir Coşkun'a 13.Kasım.1997.Perşembe tarihinde yazılan mektup...) İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 495331125016 ***********************************************************************************
Necip Zeybek
Şiir Üzerine Bir Kaç Söz
Antoloji (şiir, edebiyat, sanat) sitesinde tartışma konusu olmuş yine şiir… Bu tartışmayı başlatan arkadaş “Yağdı yağmur, çaktı şimşek; sen de mi şair oldun be eşek oğlu eşek! ..” tekerlemesi ile şairin ve şiirin küçümsendiğini, hatta şaire hakaret edildiğini söyleyerek söze girmiş. Bana göre bu değerlendirme yanlış. Aslında tam tersi bir anlam yatıyor, bu kaba ve çirkin görünen söyleyişin altında; ince bir alay ve iğneleme… Yani bu deyiş her uyaklı söyleyişin, her mısra düzeniyle yazılan eserin şiir olamayacağını, şairliğin o kadar da ucuz olmadığını tariz sanatından yaralanarak anlatıyor. Başka bir deyişle şiiri ve şairi küçümsemiyor; bilakis bunları önemli ve değerli bulduğunu söylüyor. Pek çok şiir sevdalısı arkadaşımız belki de çok erken şiirle tanıştıkları için ve bizim yazdıklarımız gibi ham şiirlerle sıkça karşılaşıp - ki bunların çoğuna manzume demeliyiz- yüz göz oldukları için şiirde yeni arayışlara gitmeye çalışıyorlar. Farklılık yaratmak adına,anlaşılması çok zor, hatta kendilerinin bile ne anlattıklarını pek iyi bilemedikleri bir takım ağır ve ağdalı sözleri, bol tamlamalı, zarf ve sıfatlardan örülü, anlaşılmaz mecazları, veya birbiriyle ahenk içinde dans eden kelimelerin toplandığı mısra kümelerini şiir diye addediyorlar. Kanaatimce bu, çıkmaz sokaktır. Neden? Edebiyat verimlerinin ortak özelliği dil ile nakış nakış işlenmesidir.Bundan dolayıdır ki edebiyat eserinin değerini anlamak için önce eser sahibinin dili kullanma gücüne bakarız.Ve şu sorulara cevap ararız: 1) Dil, doğru ve anlaşılır kullanılmış mı? 2) Etkili kullanılmış mı? 3) Bir ûslup oluşmuş mu? 4) Dilin gelişimine katkı sağlayacak yeni, farklı dil kullanımları var mı? Yukarıdaki sorular çoğaltılabilinir. Ancak daha sonra tür özellikleri bakımından eser irdelenecektir. Ve en nihayet son soru sorulacaktır: Bu eser,sanat eseri olabilecek güce ulaşmış mıdır? Dil, ne sadece renktir, ne tuval ya da fırçadır; ne notadır, ne de gitar… Dil bir anlaşma aracıdır, eğer döndükçe ağızdan anlaşılmaz sesler çıkıyorsa onun adı lakırdı olur, gürültü olur… Veya kullanılan dili ancak bir kaç kişi anlıyorsa, eserin kıymeti ancak anlayan o bir kaç kişiye göre bir kıymet ifade eder. Öyleyse edebiyatla eser verecek kadar ilgilenen kişinin kazanacağı ilk nitelik, sözü doğru ve etkili kullanır olmasıdır. Demek ki çok kişiye seslenir duruma gelmeli ve onlardan istediği tepkiyi alabilecek olgunluğa ulaşmalıdır. Kısaca dil bir anlaşma aracıdır. Şifreli konuşma, ajanların, örgütlerin işidir. Edebiyatın değil… Şiir sevdalılarını yeni arayışlara iten duygu ve düşüncenin temelinde yatan gerçeği biliyoruz ki farklıyı söyleyip, farklı söyleyerek fark yaratmaktır. Yani özgün olmak, sanat yapmak; sanatçı olmaktır… Kısaca sanatın en önemli niteliği ile edebiyatın en önemli niteliğini bir biriyle karıştırdıkları için bu yola gidiyorlar. Elbette bir sanat eserinin en önemli özelliği özgün olması, taklit değil, taklit edilecek kudrette bir eser olmasıdır… Ama unutulmasın ki önce ortaya çıkan eser edebiyat eseri olacak, sonra sanat eseri olmuş mu diye test edilecektir. Kestirmeden koşarak hedefe ulaşmaya çalışırsanız yazdığınız edebiyat eseri olmadığı için sanat eseri olmaz. Bir kaç saplantılı kişinin sizi sanatçı diye yüceltmesi; maalesef sizi ölümsüzler arasına sokmaz… Sözün özü sanatın en önemli prensibi özgünlüktür. Fakat orijinal olsun diye yazılanların çoğu daha şiir bile olamamışken sanat eseri olamayacağı gerçeğini de unutmamak gerekir Öyleyse bütün duygular söylenmiş, bizim şiir yazmamıza ne gerek var mı diyeceğiz? Hayır, iki şiiri hatırlatarak bu soruya cevap vermek isterim. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemisi ile Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirini alınız. İkisinde de “ölüm” teması işleniyor. İkisi de muhteşem şiir...İkisi de farklı noktalardan bakmış ölüme, farklı yaklaşımlar bulmuş, farklı söyleyişleri benimsemiş ve ikisi de şiir adını almış. Demek ki tema seçiminden geçmiyor fark yaratmak. Ya da anlaşılmazı veya az kişinin anlayacağı şekilde özel bir dil oluşturmaktan… Şiirin tanımını yapmaya çalıştıkça şiirden uzaklaştım demiş bir yazar. Şiirin tanımı tam olarak yapılamasa da özellikleri sıralanabilir. Aslında bu özellikler dönem dönem önemini, değerini kaybeder ya da önem sıraları değişebilir; ancak her dönemde geçerli olması muhtemel olanları burada birlikte hatırlayabiliriz. İyi Bir Şiirin Özellikleri: 1) Duyguları anlatmalı, elbet içinde olay ve düşünce de olabilir ancak duygusal boyutu ağır olmalı, 2) Şiir dili ile yazılmış olmalı; sözcüklerin akışı, hem mısra içinde hem de diğer mısralardaki sözcüklerle uyum içinde olmalı, iç ahenk kuvvetle sağlanmış olmalı, 3) Edebî sanatlardan yararlanmalı, 4) İçinde mesaj taşımalı, ana duygusu hissedilebilmeli, 5) Kıtalar veya bentlerin anlam bütünlüğü olmalı, aynı anlam bütünlüğünü kıtalar da birleşerek şiire taşımalı 6) Hangi kitleye hitap ettiğini bilmeli imgeler ona göre seçilmeli, 7) Mümkün olduğu kadar üslûbu, konu seçimi ve aktarımı özgün olmalı, 8) Hangi tarz şiiri temsil ediyorsa unun tür özelliklerini iyi temsil edebilmeli, halk edebiyatı tarzında yazanlar bu konuda daha da hassas olmalı, 9) Mümkün mertebe sözcük seçiminde çağrışım gücü yüksek ve çoğunluğun anlayabileceği sözcükler tercih edilmeli, 10) Şairi neyi anlatmak istediğini bilmeli, onu anlatmalı, fakat okuyucusuna yorum hakkı verecek ucu açık sözleri seçmeli... 11) Şiir, hem yazı, hem sözle duygu düşünce aktarımında kullanılan bir edebiyat türüdür, o halde zorlama olmayacak şekilde uyak ve ölçü gibi ezberlenmeyi kolaylaştırıcı şekli unsurlardan yararlanmalı, ancak bu vazgeçilmez olarak görülmemeli, Son söz olarak iyi bir şiiri ayırt etmede kullanılabilecek bir tek yol biliyorum. O da: Şiiri anladıktan sonra seslendirmek ve bu şiiri seslendirirken kendimin ve varsa dinleyicimin etkilenme gücüne bakmak, şiir eğer beni duygulandırabiliyorsa o eser en azından benim şiirimdir. Aksi halde bana göre o bir manzumedir. Demek ki şiirde anlaşılırlık en temel ve vazgeçilmez ilkedir. “Şiir Nasıl Olmalıdır” tartışma konusunu başlatan arkadaş, günümüzde şiir, gücünü ve önemini yitirdi anlamına gelecek sözler söylemiş; hem böyle düşünenlerin hem de şiirin kendini tekrar ettiğini düşünüp de şiirden kaçıp “öz şiir” veya başka adlarla arayışlara girenlerin de düşünmesini istediğim bir açıklamayı buraya yazmada fayda gördüm: Şiir düşündürücü olduğundan daha çok duygulandırıcı yönü ağır basan bir yazım türüdür. Bundan dolayı edebî bir anlatımı vardır. Şiirin ölmesi şöyle dursun en ölümsüz en etkin edebî türdür. Yalnız kendisi okunup anlamı üzerinde düşünülerek yorum yapılacağı gibi, bir kısmı veya tamamı bestelenir, müziğe hayat verir. Radyo veya televizyonda bir programı canlandıran bir tanıtımın, bir sunumun bir parçası olabilir. Bayram törenlerinin veya özel günlerini vazgeçilmezidir. Bir düşünce yazısına katılarak, bir kıtası, bir mısrasıyla bile fikre inanılmaz ölçüde güç verebilir. Mektupların en can alıcı yeridir…Demek ki şiire yeni roller biçenler şiirin işlevini anlamamışlar; onu öldü, ölüyor sananlar da şiirin ne kadar canlı ve dinamik bir söyleyiş olduğunu fark edememişlerdir. Aman dostlar, şiiri hayatınızdan çıkarmayın,o para etmez; ama gönüllerin ilacı,duyguların tercümanı,insanî değerlerin canıdır.Ne olur ona hayat verecek heyecanı yüreğinizden eksiltmeyin ki edebiyatımız boynu bükük kalmasın. Bol şiirli ve şiir gibi güzel günler sizlerin olsun! ..
Gürkal Gençay
Z / Yazılar - Damdaki Kemancılar
(insanlar; omuzlarında, “ahiret ve muamelâta dair tüm amellerini takip edecek olan” iki melek ile doğarlar. / öldüklerinde ise; iki sorgucu, münkir ve nekir’in ve de kiramen kâtibin meleklerinin huzurunda olurlar... / hayvanlarda ise böyle bir şey olmaz. / çünkü onların kendileri birer melektirler...) Mart aylarında, yakışıklı erkek kedilerin güzel ve narin dişi kedilere geceden sabaha dek uzanan serenadına kulak tanıklığı yaparız. Yirmi farklı ses çıkarabilme yeteneğine sahip olan tüylü dostlarımız bu özelliklerini mart ayı boyunca partnerlerine mesaj vermede kullanırlar. Evlerin damlarından, balkonlarından ve sokakların kuytularından yükselen bu “Miyav” senfonisi adeta kediler orkestrasının sunduğu açık hava konserlerinin en hüzünlü, en davetkar şarkısıdır. * Dört ayaklı dostlarımız beton binaların, taş duvarların, çelik gövdeli elektrik direklerinin ve asfaltların sardığı kentlerde, insanoğlunun mekanik kuşatılmışlığına karşı inatla şarkılarını söylediler. Göz göre göre ellerimizden kayıp giden ve hızla elektronikleştirilen doğanın bu hazin durumuna karşın “ Bakmayın güneşin battığına, gözlerinizi kaplayan o karanlığa... Bakmayın... Uzaklarda bir yerlerde mutlaka bir yıldız parlıyordur.” dediler. Parlak yıldızları gözleriyle, hırçın suların çağıltılarını sesleriyle damlarımıza, çatılarımıza ve sokaklara taşıyarak doğanın hala bizden ümidini kesmediğini söylediler. Onlar, göçmen kuşların ve leyleklerin sıcak diyarlara kanat açarak terk ettikleri çatılarımıza birer davetsiz misafir gibi geldiler. Ve inatla şarkılar söylediler. Sevdiler, seviştiler... “ Her doğan çocuk, tanrının dünyadan umudunu kesmediğini gösterir” sözünde olduğu gibi doğdular, doğurdular... Yavrularının narin ve çelimsiz vücutlarında yeşertmeye çalıştıkları “umut”a meme verdiler. İnsanların “dert ayı” olarak algıladıkları ve “mart ayı, vergi ayı” olarak dillendirdikleri bu zaman dilimini “Aşk-Sevgi” ayı olarak yaşadılar... Soğuk kış günlerinde, akrabalarının aksine göç etmeyerek kentlere sığınan serçelerin telaşlı cıvıltılarına ve sokak köpeklerinin mülteci havlamalarına yirmi değişik enstrüman ile eşlik ettiler. makinaların uğultusunun, araba seslerinin, tekerlek ve motor gürültülerinin zaptettiği kulağımıza bir saklı sevinçle ışıl ışıl bakan gözleriyle o “senfoni”yi fısıldadılar. Sokakların; sevgiliye serenat yapan soylusu, kömürlüklerin “Halime”yi samanlıkta basan köylüsü ve damların kemancısı Mart Kedileri... Yaşamın; umut üreten, yüzü yağlı, patileri nasırlı ve gözleri aynı bizim gözlerimiz gibi bakan yarınsız işçileri... Her yükselen gökdelende, her kapatılan balkonda, her kesilen ağaçta ve sokaklarda ölen her “tüylü sevgi neferiyle” bir enstrümanı yitirdiler... Yüksek damlara, kapalı balkonlara ve kesilen ağaçların yerine kondurulan elektrik direklerine direnemediler. Mart ayları otuz bir gün çeker. Her yitirilen seste otuz... Her doğmayan bebekte, yirmi dokuz.... Her........yirmi sekiz... Her...........yirmi yedi... İnsanoğlunun sevgisizlik ile tükettiği yaşamın mart aylarını, nostaljik melodiler ile bezediler... Mart kedileri; dün ellerinde kemanlar, dillerinde sevgi türküleri söyleyerek girdikleri kentsel yaşamımızdan bugün hüzünlü şarkılar söyleyerek yitip gittiler... Gürkal Gençay 06.Mart.2000.Pazartesi Deniz Köşkleri -İstanbul * Global Dünya Dergisi - Nisan. 2000- 4 / Sayı: 193 * İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No:483884125511 *********************************************************************************